30 Ocak 2023

PARİS GEZİSİ

    Paris'e daha önce iş nedeniyle gelmiştim. Dolayısıyla Paris sendromunu o zamandan atmıştım üstümden. O dönem fuar haricinde gezecek fırsatım olmamıştı. Şimdiyse müzeleri gezme ve Paris sokaklarında bolca dolaşma şansım oldu.

    Gitmeden önce; ziyaret etmek istediğim yerleri belirlemek ve yolculuk planı yapmak neredeyse tüm şehri dolaşmışım gibi hissettirdi. Dolayısıyla gidemeyeceğim ama merak ettiğim ülkeleri bu yolla görebileceğimi, sanat müzelerini de çevrimiçi olarak gezebileceğimi öğrendim.

    Burada ziyadesiyle 4 gün için adım adım yaptığım plandan bahsedeceğim. Turumuz öncelikle Loure müzesi ve diğer sanat müzelerini gezmek üzerine kurulu, lakin her güne bir müze gezmek suretiyle bolca Paris turu da atmış olduk. Öncesinde uçak biletlerimiz, kaldığımız ev ve Lovure Müzesi biletlerimiz hazırdı. Diğer müzeler için kapıda bilet almayı tercih ettik. Bunun için önemli olan hangi sezonda Paris’te olacağınız. Biz, kışın tam ortasında gittiğimiz için soğuktu ama turistin en az olduğu zamanlardı. Bu yüzden diğer müze biletlerimizi gişeden almayı planlamaya cesaret ettik.


    ⛳ Planlama 

    Lovure müzesi; cuma günleri 21.45'e kadar açık olduğu için biletimizi son günümüz olan cuma gününe aldık ve tüm planı bu günü kerteriz alarak yaptık. Öncelikle gezmek istediğim müzelere karar verdim. Çünkü o kadar çok müze var ki bunlar içinde benim için en önemlilerini tercih etmem gerekiyordu ki gezimizden keyif alalım. Bir taraftan da aynı gün içinde birden fazla müze gezerek eserler arasında boğulmamak önemliydi. Bu açıdan verimli ve gün içindeki hareket potansiyelimiz konusunda da mantıklı bir planlama yaptığımı gördüm. Öngörülerinizi kendi potansiyelimiz ve zevklerinize göre planlamanız bana göre işin en gerekli ve en keyifli tarafı.

    Gün gün, hangi rotalarda ilerleyeceğimizi belirledikten sonra, telefonumda her an internet olmayabileceği düşüncesiyle her günü haritalardan işaretleyerek ekran görüntülerini telefonumda dosya dosya hazır ettim. Elbette internet paketi aldık ve birçok yerde ücretsiz internet bulunuyor ama en kötü senaryolar için kendimizi garantiye almakta fayda var.

    Seyahat başladığı andan itibaren her gün eve yorgun döneceğimizi bildiğimden plansız yola çıkmak ya da eksik planlamak; istediğimiz her yeri gezememek demekti. Üstelik gezmek istediğimiz müzelerin konumları birbirine çok yakın. Bu yüzden aşağıdaki planlamalarda her gün aynı bölgeden geçip neden o kısmın tamamını bir günde tamamlamadığımız kafalarda bir soru işaretine yol açabilir. Daha önce de belirttiğim gibi eğer öyle yapsaydık müzeler için kısa süreler ayıracak ve müzelerde üstünkörü bir tur atmış olacaktık. Niyetimiz sanat eserlerini tadını çıkararak görebilmekti. Böyle bile günlerimiz epey yoğun geçti.


1. GÜN  / OCAK / SALI 
Hedef: Orsay Müzesi

  1. Trocadéro Meydanı: Eyfel Kulesi’ni karşıdan gören Trocadéro Meydanı’na gelip Eyfel'e doğru yürümek oldukça cazip.


    2. Eyfel Kulesi  🗼 (Yakınından fotoğraf çekmedim. Trocadéro Meydanı’ndan görünen hali oldukça tatminkardı. Yine de yakınından geçmek güzel. Üst katlara çıkılabilir, diğer mevsimlerde epeyce kuyrukta bekleyerek giriliyormuş. Yukarı çıkmak bize cazip gelmediği için sadece aşağıdan görmeyi tercih ettik. Çıkanlar ikinci katın yeterli olduğunu ve en üst kat için beklemeye değmeyeceğini söylüyorlar.

    3. Trocadéro Bahçeleri: Meydandan Eyfel’e kadar devam eden Trocadéro Bahçeleri’ni yürüyerek geçtik. 

    4. Şanzelize - (Champs Élysée)  Bu güzel caddeyi gezmek ve Zafer Takı’nı görmek ana hedef olduğu için bu rotada yürüyerek ilerliyoruz.


Seine Nehri üzerinde pek çok köprü var ve aşıkların kilit astığı asıl köprü, güvenlik nedeniyle korumaya alınınca mümkün olan her köprüye kilitler asılmaya başlanmış. Böyle endüstriyel bir ürünün romantizme dönüşmesi hayli ironik. 


   
 5. Champs Élysée’ye (Şanzelize): Bu cadde elbette oldukça ünlü. Lüks mağazalar bu cadde boyunca sıralanmış. benim için ilginç olmasının bir sebebi de bu dönemde günümüz çağdaş sanatçısı olan Yayoi Kusama'nın Louis Vuitton markası ile yapmış olduğu iş birliği sonucunda markanın binalarında ve vitrinlerinde yapılan çalışmalardı.


    6. Zafer Takı (L’Arc de Triomphe)




Yukarıda görünen rotaya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:



Ardından, güne metroya binerek devam ediyoruz: M1 ile 8 dakikada CONCORT MEYDANI’na git (istasyon adı Concorde🚩)


    6. Concorde Meydanı: Mısır hıdivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 1829’da diplomatik bir hediye olarak Fransa’ya sunduğu dikilitaşın olduğu ve Kraliçe Marie Antoinette’nin giyotinle idam edildiği yer olan büyük bir meydan. Burayı sadece Orsay Müzesine geçmek için kullandık ve gezi kısmını başka bir güne erteledik.

    7. Orsay Müzesi: 🚨 Bu müze o kadar güzel ki! Lovure zaten harika bir müze ama burası beni içinde bulunan eserler itibari ile çok daha fazla etkiledi. Burada sanırım dört saat kadar kaldık. Eski tren garı olduğu için mimarisi de harika.
    Çok sevdiğim bir sanatçı olan Edvard Munch'ın sergisine denk gelmemiz bende adeta tapınma isteği uyandırdı. İlk gün benim için öyle tatminkardı ki hala aynı heyecanı yaşıyorum.


Henri de Toulouse-Lautrec



    8. Notre Dame Katedrali (Notre Dame de Paris) : Katedral, hepimizin bildiği yangın sonucu 2024'e kadar kapalı. Dışarıdan da olsa etrafında gezinmek istiyorduk. Gelmişken de aynı adacıkta bulunan Sainte Chapelle'i gezeriz demiştik ama birbirlerine olan mesafeden olacak bu şapel de Notre Dame ile beraber kapatılmıştı. Katedralin bu halini görmek oldukça üzücü.


    9. Shakespeare and Co. (kitapçı): Paris’in ilk İngilizce kitap satan dükkanıymış. Notre Dame’ın hemen çaprazında. İçeride fotoğraf çekmek yasak ve bir kitapsever olarak bu eski ve ilginç mimarisi olan kitapçıda gezinmek güzeldi.


Sabah yürüdüğümüz rota:


Yukarıda görünen rotaya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:


2. GÜN  / OCAK / CUMA
Hedef: Centre Pompidou / Modern Sanat Müzesi
    
    Montmartre ile sabah turuna başlıyoruz.

    İlk durağımız; Sacré-Cœur Bazilikası, biz bu konuma yakın bir yerde kaldığımız için gezi planımızı en yakınımızda olan bu kiliseye yürüyerek başladık. Daha doğrusu bu tepeye merdiven merdiven tırmandık desek daha doğru olur. Paris'in en yüksek bölgesi ve inşasında kullanılan malzeme nedeniyle beyaz, temiz kilise gibi isimlerle anılıyormuş. 

Uzak bir mesafeden yola çıkacaksanız; 12 numaralı metro ile Abbesses istasyonunda inip farklı bir yürüyüş rotası belirlemeniz gerekebilir.

Rotamızda "modern sanat müzesi yani Pompidou" turumuzu gün sonuna bıraktık çünkü bu müze 21.00'a kadar açık, Perşembe günleriyse 23.00'a kadar açık. Yine de gitmeden önce internet sitelerinden kontrol etmekte fayda var. Sonrasında değişiklik gösterebilirler.

    1. Sacré-Cœur Bazilikası - Beyaz Kilise: Biz kapısından girmeden önce çanlar çaldı ve içeride bir rahibe öyle bir ilahi okudu ki mimarinin güzelliğini içimizde hissettik.
    Paris manzarasını bu tepeden izleyebilirsiniz.


    2. Ressamlar Tepesi: (Place du Tertre) Sokak ressamlarının olduğu ve etrafında hediyelik eşya dükkanlarını gezebileceğiniz sevimli bir yer.

    3. Dali Müzesi: Yürüdüğümüz bu sokaklar Dali, Picasso gibi sanatçıların atölyelerini kurdukları mekanlar. O yüzden burada bir Dali Müzesi var. Biz girmesek de önünden geçip mekanı görmek için yolumuzu buraya düşürdük. 
    
    4. Le Passe-Muraille: Ünlü bir romanın bir anını anlatan heykelin olduğu duvar.



    5. Moulin Radet (Le Moulin de la Galette) Değirmeni: Köy olduğu dönemlerden geriye kalan değirmenlerden biri. Artık şehrin içinde, ama bence hiç de absürt görünmüyor. 


     6. Le Bateau-Lavoir Picasso’dan Matisse’e birçok sanatçının yaşadığı yermiş. Biz sadece yolumuzu buraya düşürüp önünden geçtik. Gezilecek bir alanı yok.

    7. Au Marché de la Butte: Amélie'nin manavı, mahallesi, geçerken görülebilir.


   6. Le Mur des Je T’Aime, Seni Seviyorum Duvarı: Açıkçası bu duvarı Emily Paris'te dizisinde gördüğü için merak ettim. Sonuçta bu mahallede yürümek bile güzel.



Böylece önce en tepedeki Bazilika'dan başlayarak aşağı doğru yürüdük ve kendimizi Abbessses istasyonunun başında bulduk. Metro istasyonlarının Art Nouveau tarzındaki takları bile etkileyici. 

Bu fotoğraf Google Haritalar alıntısıdır.



Yukarıda görünen rotaya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

    Abbesses istasyonu civarından Montmartre Füniküleri'nin bulunduğu Sacré-Cœur Bazilikası'ndan aşağıya doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz.

    7. Carrousel de Saint-Pierre: Atlıkarınca

    8. Enfants-Rouges: Hareketli Enfants-Rouges, 17. yüzyıldan kalma kapalı pazarıyla ünlü olarak tanımlanmış. Çok gerekli değil ama buradan geçerken uğranabilir.

    9. Le Marais: Dördüncü bölgede bulunan ve SoMa (Güney Marais) olarak da bilinen modern Marais, modern butikler, galeriler ve gay barlarla dolu ve zamanlar şehrin Yahudi mahallesi olan bölge olarak tanımlanmış.

    10. Pompidou Merkezi (Le Centre Pompidou) Modern Sanat Müzesi: Modern sanat müzeleri arasında en ünlülerden biri ve mimarisi ile de oldukça etkileyici. Bir nevi şov yapılmış. Benim için bir tapınak daha!🚩⚡



    Müzedeki eserlerle ilgili bir çok fotoğraf ekleyebilir ve detaylandırabilirdim. Lakin hepsinde eserler o kadar ünlü ve tüm sitelerde, özellikle de müzelerin kendi sitelerinde bolca bulunacak halde. O yüzden fotoğraf çekmeden dolaşmak benim için daha keyifli oldu. Yine de Joseph Beuys eserlerine bakmak ve Yves Klein mavisini yakından görmek oldukça büyülü anlardı benim için.

    11. 59 Rivoli: Burası bir sanat galerisi sayılabilir. Pek çok sanatçının konuşlandığı, labirent gibi gezilen ve her köşede başka bir sanatçının farklı tarzlarıyla karşılaştığınız bir atölye ve galeri binası.
    Müzenin hemen ardından bu mekana girmek "aşırı doz sanata maruz kalma" gibi görünebilir. Öyle olmadı. Benim için heyecanla dolup taştığım bir atölye gezisi oldu. Ücretsiz olarak her katı gezebiliyorsunuz. Tam bir esin kaynağı.


    12.  Hôtel de Ville de Paris, Belediye Sarayı. Dönüş yolundan önce bu haşmetli binayı dışarıdan seyrettik.

    Bugünün sonunda ünlü "Moulin Rouge"a gidebilirdik ama biz günü burada bitirmeyi tercih ettik.


Yukarıda görünen rotaya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:


3. GÜN  / OCAK / Perşembe
Hedef: Orangerie Müzesi / Monet'nin Nilüferleri

       Bugüne başlarken önceden yapılmış planımıza sadık kalarak metroya binmek üzere yola çıktık ama pek çok yeri ve ulaşım araçlarını etkileyen büyük bir grevin olduğunu yola çıktıktan sonra anladık. Böylece Orangeriye'ye kadar yürümeyi göze alıp bu günün gezisine dahil etik . Yol üstünde bir Louis Vuitton mağazasına ve Yayoi Kusama'nın hareketli bir maketine de rastladık. 



   1.  Tuileries Bahçeleri (Jardin des Tuileries) :  Kralın arka bahçesi anlamına geliyormuş. Heykeller ve çeşmelerle dolu bu yeşil alan bahar günlerinde oldukça kalabalık olsa gerek. Orangerie bu bahçenin içinde olduğundan burayı da görmüş olacaksınız.

    2. Orangerie Müzesi-Musée de l’Orangerie:  Empresyonist koleksiyona sahip. Paul Cézanne’lar, Henri Matisse’ler, Amadeo Modigliani’ler, Pablo Picasso’lar, Pierre-Auguste Renoir gibi sanatçıların eserleri burada bulunuyor. Müzeleri gezerken bu sanatçıların eserlerinin her birine dağılmış olduğunu göreceksiniz. Yazık ki biz bu müzeyi grev nedeniyle kapalı olduğu için gezemedik. Diğer müzelere oranla daha küçüktü ve gezmek istediklerim arasında benim için önemine göre dördüncü sırada yer aldığı için burayı görememek küçük bir talihsizlik olarak gördük. Çünkü diğer müzeler Monet'nin diğer eserleriyle yetererince tatminkardı. Müze linki

    3. Arc de Triomphe du Carrousel: Üç taktan biriymiş. Neoklasik mimari üslubunda inşa edilmiş ve Napolyon’un askeri zaferlerini ölümsüzleştirmek için yapılmış. Bir kısmı restore halde olmasına rağmen çok ihtişamlıydı. 

    4. Sorbonne Üniversitesi: Okulun etrafını gezmerek Latin Mahallesinde dolaştık. Panteon'a gitmeden önce yolumuzu buradan geçirdik. Marie Curie, Jean-Paul Sartre buradan mezunmuş.
    5. Latin Mahallesi 
    6. Panthéon: Pantheon denince akıllara öncelikle Roma'daki, sanat tarihinin önemli yapısı geliyor. Zaten buradaki de ona öykünerek 18. yüzyılda inşa edilmiş. Victor Hugo, Voltaire gibi önemli şahsiyetlerin mezarları burada bulunuyormuş. 


    7. Fransa Ulusal Kütüphanesi Richelieu Binası: Gün içinde müzeye kadar toplu taşıma kullanamadığımız için biz gezimizi Panteon'da sonlandırdık. Bunun için yeterince yürüdüğümüzü düşündük. O yüzden önceden geziye dahil ettiğim Moulin Rouge ve Père Lachaise Mezarlığı'nı da bu kütüphaneyle beraber eledik. Onun yerie Notre Dame'ın gece ışıklarıyla aydınlatılmış halini görmek için yeniden etrafında dolaştık.


Yukarıda görünen rotaya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:



4. GÜN  / OCAK / CUMA

    Bu günü sadece Loure müzesini gezmek için ayırdık. Müzede çok fazla eser var ve her yerde tümünü bir günde gezmenin mümkün olmadığından bahsediliyor. Hal böyle olunca ilk olarak baş yapıtları görerek başlamak istedim. Rezervasyonumuz erken saatte olduğu için müze kalabalıklaşmadan baş yapıtları gördükten sonra diğer eserleri görmek daha kolay olur diye düşündüm. Bu nedenle öncelikle müzenin internet sitesine girerek önerdikleri rotaları inceledim ve bu rotaları tek tek telefonuma kaydettim. Açıkçası, okulda almış olduğum Müze dersi bilgileri burada çok işime yaradı.





     Sitede, örneğin “Baş Yapıtlar” için bu gezide takip etmeniz gereken rotanın ayrıntıları ve bu rotanın 1.30 dakika süreceği gibi ayrıntılar yazıyor. “Nil Boyunca Yolculuk” 1.30 dakika, “Richelieu Kanadı’nın Gizli Hazineleri” de bir saat süreceği belirtilmiş. Biz gezimizin büyük bir bölümünü bu rotalar üzerinden planladık. Eski Mısır eserleri çok etkileyiciydiler. Rotaların ardından tüm odalarda kaybolarak görmek istediğim tüm eserleri görmüş oldum. 

Benim için müzeler ve eserler arasında kaybolduğumuz tüm Paris gezisi o kadar etkileyiciydi ki kendimi büyülü bir gerçekliğin içinde hissederek geçirdiğim çok özel dört gün oldu. Paris’in neden bu kadar çok sevildiğini anlamak bir yana sanatın ve sanat eserlerinin bu kadar yakınında yaşamanın nasıl bir his olduğunu kavradım. Biliyordum, ama bu sever bunu iliklerimde hissettim diyeyim. Sanıyorum bunu söylememin sakıncası yok; Dünya’da çok fazla ülke ve şehir dolaştım. Amerika’da harika müzeler gezdim, hala Uzak Doğu’nun Dünya’nın en güzel toprakları ve insanlarına sahip olduğunu düşünüyorum ve Uzak Doğu’ya hayranım. Lakin Paris! Paris’te başka bir şey oldu. Önceki gidişimle beraber beklentimi düşürmüş olduğumdan mıdır bilmiyorum. Binalar, müzeler, sokaklar ve hatta insanlar… nezaketin zayıflık sanılmadığı ama aynı zamanda kibarlık budalalığından eğilip bükülmenin de gerekmediği sadece kendim olabileceğini hissettiğim bir şehir. Sadece şehir, yaban hayatı yok, insanlar olmaları gerektiği kadar nezaketli ve olmaları gerektiği kadar sıcaklar. Bu anlamda ilk kez burada doğmuş olmak istedim. Hem de soğuğa rağmen.

Bu geziyi planlarken aşağıdaki sitelerden ve videolardan yararlandım. Bakmanızı öneririm, Paris'i çok güzel ve detaylı olarak anlatmışlar. Seyahatinizi planlarken çok işinize yarayacaktır. Kendilerine bu ayrıntılı yazıları için çok teşekkür ederim.







08 Şubat 2019

Fersuden Sahaf


Bugün bir sahafla tanıştım. Bir sahafla tanışmak ne de güzeldir. Bazı mekanlar, insanlar vardır ki onlarla ilk temasınız diğerlerinden farklı olur. Nesi farklı diye sorulmaz. Sizin ayarlarınızda uçuşan frekans her ne ise ayar gerektirmeden aynı dilde yayın yapıverir şaşar kalırsınız. Bu sahafın kapısından girdiğimde böyle bir duyguya kapıldım.

Bugün olduğu gibi şehri keşfederken karşılaştıklarımı “yazarak kaydetme” seremonimi daha sık yapmalıyım. Hatta hep yapmalıyım. Böylece geleceğe kendim için düştüğüm bu notlara, çok sonra, unuttuğum adımlarım olarak göz gezdirebilirim. Tıpkı dün akşam yaptığım gibi. Aslında bugün tanıştığım bir sahaftan bahsedecektim ama yazmak beni yine başka yerlere götürdü. Öyleyse yazdığım günlerin keyifli şevkine nasıl kapıldığımı da anlatayım.

Pek romantik olmayan bu hikaye Google Plus uygulamasının mailime yolladığı bir mesaj ile başladı. Yakın zamanda bu uygulamanın benim için kapanacağını üzülerek bildirmişler. Bir de üzerine, o kapanışı yaptıktan sonra bazı blog yorumlarının da kaybolacağını eklemişler. Blogda yazılan yorumlara şöyle bir bakıp çıkayım dedim, çıkamadım. Gülümsedim, hatırladım ve tekrar mutlu oldum. Derken hepsini kendim için kaydetmek istedim. Uyku saatim geldi geçti, fakat ben bu kayıtları bitiremedim. Uzun zaman yazmamanın ardından, pek de okum çekimi olmayan bu yazıyı bu kadar uzatmak beni ayrı bir neşelendirdi nedense.

Nihayetinde ne güzel günlerdi şu “sürekli yazdığım günler” dedim. “şöyle oturup da bugün tanıştığım sahafı ballandırarak anlatmasam mı?” diye düşündüm. O güzel günlerin çağrısıyla, bugün şehrimin bilmediğim bir sahafını tanıtmak üzere tüm o kelimelerle beraber burada toplanmamızın öncesi işte böyleydi.

Daha öncesinde ise; günlerden bir gün Nadir Kitap sitesinde bir kitap arıyordum. Derken aradığım kitabın İzmir’de ulaşabileceğim mesafede bir sahafta olduğunu gördüm. Bu sahafın acaba bir adresi ve tarifi var mıdır diye bakarken şöyle bir blog yazısına rastladım: “montaignekafası” Kendisine bu yazısı için teşekkür ederim. Bir blog nelere kadir. Bu yorum üzerine üşenmedik kalktık gittik.


İzmir’in daha önce hiç geçmediğimiz Agora arkasındaki ara sokaklarında yürürken doğru yere gittiğimizden emin değildik doğrusu. Ardından o küçücük sahaf penceresini gördük. Tam da yemek saatine denk getirmişiz, içeride kimsecikler yoktu. Sokaktan geçen bir mahalleli “yakında geleceklerini, belki bir yere kadar gitmiş olabileceklerini söyledi” sağolsun, yardım eden insan başımız üstüne. Bunun üstüne camekana yapıştırılmış kartta yazan telefon numarasını çevirdik (lakin eskiden öyle yapardık), biraz bekledik ve kapılar bize açıldı.

Eski ahşap binanın o güzel oymalı kapısından geçince dışarıda gördüğümüzün aksine kocaman bir alan karşıladı bizi. Bizimle ilgilenen beyefendi oldukça kibar ve ilgiliydi. Aradığı kitabı, pek çok karışık sahafın aksine, yeni yerleştirmiş gibi buluverdi. Biraz dolaşıp çıktık ama bir yanım, adım attıkça çıtırdayan o ahşap binada ve o güzel sahafta kaldı. Linkte sahafın adresini görebilirsiniz, sanmayınız ki o fotoğraf bir yerlerden alıntı:

Fersuden Sahhaf Adres için tıklayınız

Eminim pek çoğunuz ikinci el kitaplar için nereye bakacağını biliyordur ama yine de bilmeyenler için hatırlatalım. Nadir Kitap sitesinde aradığınız kitabın, sahafınızda olup olmadığına bakarak bu tip sahaf ziyaretleri yapabilirsiniz.
Mutlu okumalar…

Ebru  

19 Aralık 2018

Ukrayna Lviv


  Bu yazıya karar verişimiz üzerinden epey zaman geçti. Yazmaksa bu güne kısmetmiş. Bu süre zarfında Ebru ve Özlem olarak çok güzel anılar biriktirdik. Farklı şehirlerde yaşamamıza karşın birkaç yolculuğumuzu birlikte yapabilmek bizim için harika deneyimlerdi. Paylaşalım ki çoğalsın.

  Uzun bir aradan sonra ekleyeceğimiz bu ilk yazıyı birlikte yazdığımız için; anlatımlarımız, cümlelerimiz, yazının devamında birbirine geçecek. Gelin Lviv’i birlikte gezelim, gidecek olanlara da mekan fikirleri verelim.

Lviv’e ilk olarak 2016 yılının Ekim ayında giden Özlem, bu şehirden çok etkilenmiş, bir sonraki seferde Ebru ile birlikte gitmenin hayalini kurmuştu. 2017 yılında bu hayal ikimiz için de gerçek oldu.
Mayıs 2017’de birkaç fotoğrafçı arkadaşımızın da dahil olduğu küçük bir grup ile bir haftalığına Ukrayna’nın bu güzel şehrini gezdik. Özetle; nefis kahveler, lezzetli yemekler, görkemli binalar ve keyifli anların şehri Lviv'i!

Neden Ukrayna/Lviv?
Türkiye’den bu şehre gitmenin ilk akla gelen artılarını sıralayıp, diğer güzelliklerine fotoğraflarla devam edelim:

  • Ukrayna için vize almak gerekmiyor (hatta yeni kimlik kartınızla, pasaportunuz olmadan giriş yapabilirsiniz) 
  • İstanbul’dan direkt uçuşlar mevcut (Biz biletlerimizi erken aldığımız için oldukça uygun bir ücret ödedik)
  •  Avrupa şehirlerinin alternatifi olmasına rağmen onlara göre fiyatlar makul.

 Gelelim seyahatimizin detaylarına. Lviv’e havanın ısınmaya yüz tuttuğu Mayıs ayında gitmek, üşümeden ve yağmura yakalanmadan gezebilmek adına bizim için uygun bir vakitti. Şansımıza hiç yağmur görmeden yollarda rahatça yürüdük. Havaalanında bizi rehberimiz karşıladı. Türkçe bilen Lvivli bir rehberle gezebilmek bu gezinin güzelliğine güzellik kattı. Aslında Lviv’i hiç rehber kullanmadan, sadece internet üzerinden edindiğiniz bilgilerle de rahatlıkla gezebilirsiniz. Çünkü gezeceğiniz yerler genelde merkezde ve merkezin etrafına yürüme mesafesinde, birbirine oldukça yakın bir alandalar. Şehrin dışına çıkmayacağınız sürece araç kullanmanıza bile gerek kalmaz. En azından biz her yere yürüdük. Merkezde gezecek epey mekan ve tarihi alan bulacaksınız.

Rehberimiz Zoryana  (Harika bir Türkçe'si var)



  Bu ülkeye ilk kez giriş yapacaksanız pasaport kontrolü esnasında sizi tek başınıza küçük bir odaya alabilirler. Buraya nereden ve neden geldiğinizi, nerede kalacağınızı ve yanınızda ne kadar para olduğunu sorabilir hatta paranızı kameraya göstermenizi isteyebilirler. Bu size özel bir durum değil, daha önce bu uygulamadan rahatsız olan arkadaşlarımız olmuştu Bu nedenle hatırlatmak istedik. Sizi burada karşılayan memurun davranışları, memurun tabiatı ile ilgilidir; size soğuk da davranabilir, itici de gelebilir. Bunun dışında genelde güler yüzlü ve yardımcı olmaya çalışan insanlar dikkatinizi çekecektir. Ayrıca taksilerde taksimetre olmadığından gideceğiniz yerin ücretini pazarlık yaparak belirlemenizde fayda var.

29 Mart 2017

İran Gezisi

İran'a gidişimizin üzerinden neredeyse koca bir yıl geçti. Oysa ben henüz vakit ayırıp fotoğrafları toparlayabildim. Bu nedenle aldığım notlar içinde eksiklikler unutulmuş ayrıntılar olabilir. Yazıdan çok fotoğrafın olmasının nedeni de budur. Yine de bu yazımın İran'ı gezmek isteyen ya da merak edenlere fikir vereceğini umuyorum.
Şunu da belirtmek isterim ki bizim gezimiz Van'a aldığımız uçak biletlerimiz hariç tamamen plansız, programsızdı. İran'a nasıl giyinip gideceğim ve nereleri görebileceğimizle ilgili olarak bazı bloglara göz atıp sırt çantalarımızı alıp yola koyulduk.

1. Gün
20.06.2015


İzmir/Ankara/Van

Bir cumartesi sabahı düştük yollara. Aylardan ramazan...aslında Müslüman bir ülkeyi gezmek için oldukça uygunsuz bir ay, fakat bu sayede hiçbir fikrim olmayan bu ülkeyi farklı bir açıdan değerlendirme şansım olacak. Aynı zamanda başını örtmeyi tercih etmeyen bir kadın olarak ilginç bir deneyim yaşayacağım. Eşim ve benim için gezmek ve yeni ülkeler görmek hiçbir zaman Avrupalı bir turistin, gezilmesi en revaçta şehirlerine gidip en güzel mekanlarına uğrama tercihli olmadı. Bunda gezme koşullarımızın iş ile bağlantılı olmasının nedeni büyük. Bu sayede görülmemiş yerleri, daha doğrusu pek de turistik olmayan bölgeleri, gerçek hayatlarının içinden geçerek deneyimlemek beni daha çok heyecanlandırıyor. Bunu söylemek, elbette turistik yerleri tercih etmeyeceğimden değil, gezmenin her hali güzel. Çünkü yeni yerler görmek, isteseniz de istemeseniz de size bir şeyler katıyor. Daha evrensel düşünmenize, fikirlerinizin çevre koşullarından arınmasına neden oluyor olabilir. Belki de hiçbiri değil ama nihayetinde insana yaşama sevinci veriyor.
İşte bu İran gezisi de benim için hiç tanık olmadığım, aslında bize hem yakın hem de uzak bir kültür gezisi demek. Hem de düşünmeden, planlamadan, yolun bizi götürdüğü şekilde devam ederek...

26 Haziran 2016

Kula-Peri Bacaları-Kuladokya

Kula, Manisa'nın sevimli bir ilçesi. Gitmeden önce, Kapadokya'ya olan benzerliği dışında hakkında pek bir şey duymamıştım. Bu nedenle beklentim oldukça düşüktü. Gördükten sonra ise Kula'nın adının bu kadar az duyulmuş olmasına şaştım.

Gezimizin başında Kula'nın merkezindeki Belediye binasına uğradık. Kula Belediyesi burayı gezmeye gelmiş bizim gibi ki biz sayıca fazla bir topluluktuk, büyük guruplara rehberlik hizmeti veriyor. O gün biraz yorgun olan rehberimizi de aracımıza alıp, Kula'ya 18km uzaklıktaki Peri Bacaları'na doğru yola koyulduk. Bu Peri Bacaları Türkiye'nin patlamış olan son yanardağı Divlit'ten arta kalan harika manzarayı oluşturuyor. Dokunsak toz olup dağılacak duruşlarıyla yol boyunca sıralanmışlar. Yanardağın etkilediği alan oldukça geniş. Antik devirde bu bölgeye "Yanık Şehir" anlamına gelen Katakekaumene  adı verilmiş. Uydu görüntüsünde de eskilerin verdiği ismi ihtiva edecek şekliyle kapkara bir görüntü sergiliyormuş. Ayrıca 37.5 hektarlık alanıyla ve bir başka adıyla Kuladokya, doğal sit alanı ilan edildiği için koruma altında bulunuyor. Kula aynı zamanda fotoğrafçılar için harika bir bölge.




















07 Haziran 2015

George Orwell-1984 ve Ray Bradbury-Fahrenheit 451

Bugün oy kullandım, tıpkı her günkü temel ihtiyaçlarımdan birini karşılarmış gibi, heyecansız ve normal. George Orwell'in 1984 kitabının henüz bitmesi tam da seçimlerin üzerine denk geldi. Kitabın da etkisiyle garip bir etkisiz eleman hissi geldi oturdu. Nasılsa her şey bizim için planlanmış, biz sadece oy kullanarak sonucu etkileyebileceğimizi düşünüp sistemde bir yerimiz olduğuna inanıyoruz belki.

George Orwell'ın Hayvan Çiftliği ve 1984 kitabı farklı tarzlarda, farklı öyküler anlatıyor olsa da aynı yörüngelerde ilerliyor. Hayvan Çiftliği'nde eşit bir sistem için yönetimi ele alan iktidarın koltuk sevdasıyla ve insan egosuyla nasıl bir tavır izlediğini görüyoruz. Bunlar bize hiç yabancı değil.

1984 ise uzun zamandır okumayı arzu ettiğim, fakat nedense eski ve ağdalı bir dili olduğunu düşündüğüm bir kitap. Konuyla ilgili fikrim olmadan okumak beni daha da heyecanlandırdı, çünkü beklediğimin tam aksi bir kitap olduğunu daha ilk sayfalarda fark ettirdi. Okudukça bilim-kurgu ya da ütopikten ziyade bana olası hatta olmaya başlamış bir dönemi anlatır gibi geldi. Eminim bir çok insan aynı şeyi düşünmüştür. İnsanların gelişen teknoloji ile birlikte, eşitlik, özgürlük ya da inanç kavramlarının bir şekilde içi boşaltılıp dönüştürülerek yönetilmesi en kolay hale getirilmeleri uzak bir gelecek değil. Belki de kitapta anlatıldığı kadar iç burkucu da değil çünkü yavaş yavaş uyuşturulduğumuz için nereden ne hale geldiğimizi balık hafızalarımızın da yardımıyla anlayacağız bile. Bu kitap benim için biraz Sineklerin Tanrısı, biraz da Alamut Kalesi, aynı zamanda da Fahrenheit 451!

Fahrenheit 451'i okuyalı pek uzun bir zaman olmadı. Onun hikayesi ise bana çok daha olumlu geldi. Belki de kitapların yakılıp kül edilmesi, yasak olması, 1984'teki gibi kelime dağarcığının daraltılarak düşüncelerin de zamanla önüne geçilip insanların makineleştirilmesi bizim daimi mutluluğumuz için daha iyidir. Belki de o zaman gerçekten mutlu ve hissiz olabiliriz, sorgulamadan kabulleniveririz.

Bir kitaplar gelecekten öte bugünde hatta yazıldığı günlerde olanları, insanları anlatıyor bana göre. İnsanın yapabileceklerini, kapasitesini, egosunu...

Bugün biraz umutsuz.

06 Haziran 2015

Gecenin Sonuna Yolculuk-Louis Ferdinand Celine

Elimde uzun bir vakit sürüklenen fakat bırakıp da gidemediğim bu kitap için anlatacak pek bir şeyim yok, ama bahsetmesem de hiç
olmaz...

1932 yılında yazıldığı düşünülünce Gecenin Sonuna Yolculuk'un gayet akıcı ve yalın bir dili var. Gerçi bunun bir nedeni de Yiğit Bener'in çevirideki gücü olmalı. Bu yalın dile rağmen bazı kısımlar bana oldukça iç karartıcı ve uzun göründü. Aslında bu iç karartıcılık kitabın sahiden de yazarın olayı yaşadığı anda anlatıyor kadar gerçekçi olmasından kaynaklanıyor. Savaş ne kadar gereksiz, bunaltıcı ve anlamsız diyor insan mesela; öylesine ağızdan çıkar gibi değil de o buhranı içinde yaşar gibi. Kahramanımız Bardamu, kitabın ilk bölümlerinde savaşta olduğu sırada askerliği, savaşmayı ve bunun gibi gerekli gereksiz insanları, olayları kendi bakış açısıyla kendi yorumuyla anlatıyor, siz de hak vermeden edemiyorsunuz. Askerlikten Afrika'ya, oradan Amerika'ya oradan da memleketi olan Fransa'ya dönüyor ve gecenin sonuna doğru ağır ağır akıp gidiyor yolculuk.

Bu kitap benim herkese tavsiye edeceğim bir kitap değil, hatta galiba kimseye tavsiye etmeyeceğim. Kitabı sevmediğimden değil, uzun satırlarına ve gerçekçi ağırlığına rağmen ben bu kitabı gayet sevdim. Hatta uzun ara verdiğim her andan sonra daha bir şevkle okudum ama dediğim gibi oldukça uzun sürdü. Kitabın sonlarına doğru yazarın o ciddi satırlarından sızan cümleler beni çok eğlendirdi çok güldüm. Sonlara doğru yazar mı kendini saldı ben mi yazara alıştım bilmiyorum ama o ince mizah anlayışı tam da olması gerektiği gibiydi ve beni sesli sesli güldürdü.

Kitabın konusunu anlatmayacağım. Aslında kitabı bir yerinden tutamadığım için kitabın tam olarak neresini sevdiğimi de anlatamıyorum. Kendisini sevip sevmemek konusunda bir türlü karar veremediğim Bardamu'nun gerçekçi karamsarlığına kapılmamak elimde değil. Sanırım karamsarlığa kapılmamam gereken bir dönemde Bardamu'yu o kadar da haklı bulmak istemediğim için bazı satırları uzun buldum ve direndim ama yenik düştüm, sıkça kızdım, sonunda yine onu haklı buldum. Kitabın sonlarına doğru Bardamu'nun sinir bozucu arkadaşı Robinson'dan duyduklarım Robinson'u bile sevmeme neden oldu.

Bardamu'nun yaşadıklarından, insanın koşullara göre her kıvama gelebileceği sonucu çıkarıyorum sanırım. Ben de olsam şu an böyle olur muydum diyorum. Burada insanı diğerlerinden ayıran düşünceleri midir yoksa fiziksel tepkileri mi, hala emin değilim?

"İstemeyerek de olsa, tüm yüzyıllar boyunca her yerde adı geçen, herkesin varlığından Tanrı ya da Şeytan'ın varlığı kadar haberdar olduğu, ancak yeryüzüne indiğinde ve yaşamda daima değişken, belirsiz biçimler içinde kalan, asla ele gelmeyen, o insanlığın yüz karası vazgeçilmez 'aşağılık ve tiksindirici pislik' rolünü oynuyordum. Bu 'pisliği' nihayet kıstırma, nitelemek, ele geçirmek için ancak bu daracık gemide oluşabilen olağanüstü koşulların bir araya gelmesi gerekmişti."

10 Mart 2015

İsviçre ve İtalya’ya Yolculuk III

Tadı Damağımızda Kalan Como Gölü

Ne kadar geç kaldı değil mi ikinci yazı… Gezi yazıları ne kadar erken yazılırsa o kadar iyi oysa tüm anılar ve bilgiler daha tazeyken. Bir sonraki yolculuğumuzda not almak yerine yazımı orada yazmalıyım diye düşünüyorum.


Bern’de geçen güzel günümüzün sabahı erkenden yola koyulup, bir benzincide çimenlere yayılarak, kahvaltımızı yaptıktan sonra düştük yola. Benzinci dediğime bakmayın fırından yeni çıkmış çörekler, kruvasanlar, çeşit çeşit kahveler her şey nefisti. Lugano gölü kenarında kısacık bir mola verip, yemyeşil dağlarla çevrili yolun güzeliğiyle, dünyanın en uzun tüneli, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen Gothard’ı gibi geçip sınıra vardık. Gothard öncesi bolca ışık olduğundan, kısa bir trafik sıkışıklığı yaşanıyor.  

Ve hep görmek istediğim, şimdi tekrar tekrar gitmek istediğim, lezzeti, doğası, tarihi ve büyüsüyle İtalya’ya ulaştık. İlk durağımız sınıra oldukça yakın olan Como Gölü ve çevresi… Sınırı geçer geçmez, yollar ve trafik değişti, korna sesleri hoş geldiniz dediler bize. Gölü’un sol ucunda yer alan Como şehrinin içinden geçip, airbnb’den bulduğumuz, Barbara’nın Lezzeno’daki evine doğru yola koyulduk. Airbnb hakkında ayrıca yazacağım, biz gerçekten misafir olduğumuz evlerden ve ev sahiplerimizden çok memnun kaldık. Como Gölü kısa duraklarımız arasındaydı, daha sonra yapmayı planladığımız uzun yolcuklar için keşiflerimizden biri. Fakat düşündüğümüzden de kısa sürdü ve bunun en büyük nedeni trafik. Gölün etrafında ki yol çok virajlı ve dar. Eğer çok cesur değilseniz bu yola kendi arabanızla girmeyin toplu taşıma araçlarını kullanın derim, hatta mümkünse deniz yolunu. Virajları çok keskin, arabalar karşıdan hızla geliyorlar, trafik ışıkları ya da işaretleri yok. Gitmeden önce burada araç kullanmanın zor olduğuna dair not almış olsam da, beklediğimizden daha kötüydü, arabamız da büyük olunca yol boyunca stresten etrafa bakamadık.

23 Şubat 2015

Pek Güzel Filmler

Yoğun iş koşturmacası devam ettikçe kendim için yapabildiğim en güzel şey film izlemek. Her gün izleneceklerin çoğaldığı koca bir liste var elimde. Bu eklemeler içinden son bir kaç haftada seyrettiğim filmler arasında kötüsüne rastlamadım.

Açıkçası film tekniklerinden anlıyor değilim, umurumda da değil, sadece zevk ile izlediklerimden kendimce ve kısaca bahsedeceğim.

Turist-Force Majeure (2014)

Yönetmen: Ruben Östlund

Benim için çok taze bir film,  çünkü henüz bitirdim. Ayrıca yönetmenin izlediğim ilk filmiydi. Müzik, sahneler, mekanlar, yakın plan çekimleriyle bana epey Stanley Kubrick'i hatırlattı.  İçerik olarak Kubrik filmi gibi değil. İzlememiş olanlar için böyle bir beklenti yaratmak istemesem de bu haliyle son dönemde izlediğim en iyi filmler arasına girdi. Bir sahnesinde o kadar çok güldüm ki bunun benim ruh durumumdan mı kaynaklandığı yoksa gerçekten komik bir sahne mi olduğu konusunda tereddütte kaldım.  Yalnız izlemenin de böyle garip tarafları oluyor.

Filmde klasik bir aile ve kapılıp gittiğimiz standart hayat, tek bir sahneyle bile çok güzel anlatılmış. Çekirdek ailenin dişlerini fırçaladığı sahne örneğin; o anlarda kendimi de düşünerek biraz içim kıyıldı. Bence oldukça vurucu, durağan yapısına rağmen dikkat çekici bir filmdi.


Das Wilde Leben/ Eight Miles High (2007) 

Yönetmen: Achim Bornhak

Bu da dün akşam izlediğim ve dönem itibari ile izlemekten zevk aldığım bir film. Gerçek hayattan esinlenerek çekilmiş. Olay kahramanı hala yaşıyor, bu nedenle de ilginç. Filmde farklı bir açıdan da olsa Rolling Stone üyelerini görüyoruz, 68 kuşağı, rock n' roll öğeleri ile dolu bir film bu.

"Ne kadar ayıp" kafasıyla izlemezsek bazı yönleriyle gıpta edeceğimiz şeyler anlatıyor.
Yaradılış zorunluluğu sandığımız klişelerin çoğunluğu ön yargıdan ibaret olduğunu bas bas bağırıyor. Ha tabii şu an özgürlük savunuculuğu yaparken her şeyden, her türlü rahattan ve sahiplik duygularından arınacak cesarete sahip miyim? Değilim elbet, ben işin daha çok kafa yapısı ve zihniyet kısmındayım.
Bu arada film Uschi Obermaier'in hayatını anlatıyor. Kendisinden bu filmle haberim oldu. Sadece bu dönemin filmlerini sevenlere tavsiye edeceğim sanırım.


Moulin Rouge  / Kırmızı Değirmen (2001)The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby (2013)

Yönetmen: Baz Luhrmann

Moulin Rouge aslında izlemekte geç kaldığım güzel bir film, özellikle müzikal seviyorsanız. Harika diyemeyeceğim ama görsel açıdan izlemesi keyifli.
Açıkçası aynı yönetmenin elinden çıkan The Great Gatsby bana daha izlenesi ve sürükleyici geldi. Bu düşüncemde, müzikal filmlerin ilgi alanıma girmiyor oluşu bir etken. Yine de bu filmleri sevdim. Gerçi müzikal deyince Sefiller'i ayrı tutuyorum, belki kitabından çok etkilendiğim için daha bir sevmiş olabilirim Sefilleri'i, yine de önce çekilen filmi müzikaline tercih ediyorum.

The Theory of Everything (2014)Her Şeyin Teorisi 

Yönetmen: James Marsh

Kendisini okuduğum kitaplar ve filmler yüzünden bire bir tanıyormuşum gibi hissettiğim Stephen Hawking! Hayranıyım ne diyebilirim. Sanırım o yanı başında yaşansa da ruhunun derinlikleri ve düşünce yapısına pek kolay nail olunamayacak bir deha; her deha gibi. Kelimeler düşündüklerinin ne kadarını anlatabiliyorsa o kadarı aktarılıyor bize. Gözümde her deha bir ermiş, derviş, artık ne derseniz.
Gelelim Her Şeyin Teorisi'ne. Drama ve biyografi olarak herkesin izlemek isteyeceği akıcı bir film. Oldukça da güzel. Sadece işin fizik kısmına daha çok ağırlık verilseymiş daha çok sevebilirdim. Hani biraz daha öğretici bir şeyler olabilirdi, ben en azından daha fazla bilim beklentisiyle izledim. Yine de izlemeye değer.

Ardından Hawking'in sunduğu In To The Univers belgeselini izledim. Benim için ilgi çekiciydi ama konuyla ilgili olanlar için çok derin bir şey yok. Yani sorular, sorular... cevabını bulamadığımız evrenin sırları sorularının olasılıkları üzerinde duruluyor. Bu soruları henüz sormamış kişiler için farklı bir bakış açısı kazandırabilir. Sadece ilk bölümü izlediğim için böyle düşünmüş olabilirim.

Miyazaki

Miyazaki! Her animasyonu ayrı güzel. Animasyon filmleri de tıpkı müzikaller gibi öncelikli izlenecek listemde yer almaz, ince ince seçer tavsiye edildiyse ya da konusu ilgimi çektiyse izlerim. Oysa Miyazaki'nin tüm animasyonlarını gözümü kırpmadan izleyebilirim.

O; Japon kültürünü ve inançlarını ince ince işlerken siz bu özelliklerin insan denilen canlıda bulunması gereken özellikler olduğunu anlıyorsunuz. Nasıl oluyorsa bambaşka kültürden bir yönetmen, her defasında çocukluğumda kurduğum hayalleri bana hatırlatıyor. Kendimi hep o gizemli sandığım ama büyüdükçe gizemi büyüdükçe bayağılaşan o çocukluk dünyasında buluyorum. Resim yapmak, yazmak, okumak istiyorum. Güzele olan isteğim artıyor ve Miyazaki karakterlerinin bakış açısını çalmak istiyorum: "Bugün çok güzel bir gün, çok ilginç olacak" Tek tek film isimi vermeyeceğim, dediğim gibi izleyip de kötüymüş dediğim bir animasyonu olmadı. En sevdiklerimse Ruhların Kaçışı ve Ponyo.

Jagten / The Hunt (2012)Onur Savaşı

Yönetmen: Thomas Vinterberg

Onur Savaşı adıyla çevrilmiş filmin afişine ve ismine bakarak izlemekten vazgeçebilirsiniz, geçmeyin. Sakin, hoş bir film. İçerik olarak her kültürün birbirine benzediği düşüncesiyle rahatlama ve huzursuz olma arasında gidip geldiğim bir film. Aslında afiş fotoğrafı can alıcı bir sahneden alınmış. Farkına varma unsuru biraz gerçek dışı olduysa da verdiği mesaj kayda değer.

Klasik ama insanlık var olduğu sürece değişmeyecek bir konu, tavsiye ederim.



Birdman (2014)Atmaca-Cahilliğin Umulmayan Erdemi

Yönetmen: Alejandro G. Iñárritu

Birdman içeriği ve yılı hakkında fikrim olmadan, ismi ilgimi çektiği için izlediğim bu filmi. Herkesi seveceği türden değil, benim de ikinci kez izlemeyi düşündüğüm türden bir film değil ama sıkılmadan seyre daldığım farklı bir yapıt. Oyuncular da ilgi çekici. Çekimlerdeki farklılığın bir sebebinin de baştan sona tek kamerayla çekilmiş olmasıymış tabi ben bunu izlerken anlayamadım.

Dönem itibari ile bugünün sosyal medyasının, benim de pek de farklı düşünmediğim kahramanlı aksiyonlu filmlerin eleştirisi yapılıyor. Filmin ilk sahnesi filmin gidişinin farklı bir hal alacağını düşünmeme neden olmuştu. Aslında kişilik konusu pek çok filmde işlenmiş olmasaydı galiba filmi daha çok sevecektim. İçerikten bahsetmek istemediğim için bu cümleyi böyle tam anlaşılmadan bırakacağım.

Yönetmenin en sevdiğim filmi hala Paramparça Aşklar ve Köpekler

A Separation (2011)Bir Ayrılık


Yönetmen: Asgar Ferhadi

Dönem filmleri kadar farklı kültürlerden çıkıp gelmiş filmler de ilgimi çekiyor. Bu da bir İran filmi. Konu öyle enteresan falan değil ama çok akıcı işlenmiş. Bazı diyaloglar çok basit gibi görünse de filmin içinde abes durmuyor. Aslında içerik olarak bize çok uzak da değil.
Bolca ödül de almış, izlemeye değer.






Satırların gittikçe kısalmasından, yorulduğum anlaşılmış olmalı. İki satır yazmadan geçemeyeceğim. Yakın zamanda izlediğim aşağıdaki filmlere de göz atmanızı tavsiye ederim. Özellikle Büyük Budapeste Oteli çok çok keyifli bir film. Herkesin izleyebileceği bir tarzı var ve çok iyi bir oyuncu kadrosuna sahip, çok eğlenceli. Bence Oskar ödüllerinde daha fazla yeri olmalıydı

Kısacası 2014 yılı benim için güzel filmlerle dolu bir yıl olmuş. Ayrıca yine Stanley Kubrick esintileriyle dolu Interstellar filmini de tavsiye ederim. Sinemada izlemesi görsel açıdan en keyifli filmlerden biriydi.