Ne kadar uzun zaman oldu yazmayalı, özlemişim. Hayatın hayhuyuna, işe güce kaptırıverdik kendimizi ama bunları yaşamanın tadı da bir başka. Bu arada kitaplar okudum, filmler izledim, oturup da tek tek yazmaya fırsat olamayınca ben de dedim ki şöyle bir ortaya karışık yapayım bakalım nasıl bir şey olacak.
Tüm dünyanın tanıyıp hayran olduğu ama benim kendisinin etkisini yeni fark edebildiğim bir oyuncuyla başlayayım: Monica Bellucci…
Tamam evet, Monica Bellucci’yi Taş Meclisi, Matrix gibi filmlerde izlemiştim ama nasıl olduysa pek ilgimi çekmemiş. Oysa son dönemlerde izlediğim iki filmde de aynı tepkileri vererek bu oyuncuya hayran oldum.
İlki Tornetore yönetmenliğindeki “Malena” filmi. Bu film güzel bir konusu olan uzunca bir sinema filmi izlemek isteyenler için gayet ideal. Aslında tam bana göre diyebileceğim bir film değil, çok ilginç bir konusu yok ama akıcı. II. Dünya Savaşı sırasında Sicilya’da, kocası savaşa katılmış bir kadının yaşadıklarını küçük bir çocuğun gözünden izliyoruz. Aynı toplumun kişiyi nasıl da hem yerip hem övdüğünü izlerken Nicole Kidman’ın oynadığı “Dogville” filmini hatırladığım noktalar oldu. Nihayetinde filmin en can alıcı kısmı bence Monica Bellucci’nin başrol oyuncusu olmasıydı.
Derken birkaç film arasından sonra bizde “Dönüşüm” diye çevrilmiş olan “Ne te retourne pas” adlı filmi izledim. Diğer filmde olduğu gibi Monica Bellucci’nin etkisi altına girmem biraz zaman aldı ama etkisinden çıkmam pek kolay olmadı. Başroldeki diğer oyuncu olan Sophie Marceau’u da bir kenara koymamak lazım elbette, o da gayet başarılı ve hoş. Bu film sadece iyi oyuncuları yüzünden değil, konusu ve işleniş şekliyle de gayet ilgimi çekti, yönetmen de başarılı demek istiyorum sanırım. İzlerken çok keyif aldım, ikinci kez izlemek de bana aynı keyfi yaşattı. İşte tam benlik diyebileceğim bir film bu. Şunu da belirtmek isterim ki film çok hareketli değil, o yüzden sıkılanlar da olmuş olabilir ama ben tekrar izlesem sıkılmam diye düşünüyorum. Filmin isminden de anlaşılacağı gibi Kafka’nın romanından esinlenilmiş. Neyse ki bir böceğe dönüşmek söz konusu değil. Dolayısıyla Monica Bellucci’nin 15 Ekim’de vizyona girecek Harem filminde rol alacağını okuyunca pek bir şaşırdım.
Sonrasında, yokluğumuzda her yeri kasıp kavuran “Alacakaranlık Efsanesi”ne de bir giriş yaptık. Açıkçası filmde kayda değer bir konu ya da olay yok ama film bir şekilde kendini izlettiriyor. Karakter seçimleri, makyajlar, görüntü, çekimler… vampirdi kurttu derken “Alacakaranlık Efsanesi”nin şimdiye kadar gösterilmiş üç filmini de bir çırpıda izleyiverdik. Daha doğrusu, neyi merak ettiğimizi pek anlamadan merakla izledik. O da ağzımızda hoş bir tat bıraktı.
Bir diğer film Juliette Binoche’nin oynadığı, ki kendisini çok severim, “Certified Copy” (Aslı Gibidir). Sevdiğim tarzda çekilmiş filmlerden biri bu. Diyaloglar ön planda, düşündürücü ve kayda değer. Yıllar önce “Kirazın Tadı” filmini izlediğim yönetmen Abbas Kiarostami’nin bu güzel filmi benim için bir referans niteliği taşıyor. Kardeşimiz sayesinde bu yönetmenin diğer filmlerini de izlemek üzere arşivimize koyup izleme sırasına aldık.
2009 yılında gösterime girmiş ama benim için sanat zaman tanımaz ilkesinden hareketle (bu da benim bahanem olsun) yeni izlediğim bir film “Easy Virtue”. Evlilik Sınavı olarak Türkçe’ye çevrilmiş bu İngiliz komedisinden tahmin edemeyeceğim bir zevk aldım. Film öylesine akıp gitti, hiç sıkılmadan ve çok keyif alarak izledim. 1920 İngiltere’sinde geleneklerine bağlı bir ailenin oğlu, kendilerine pek uygun bulmadıklar Amerikalı bir eş ile evlenir ve böylece film başlar… ayrıntıya girmek niyetinde değilim, zaten konuyu da anlatsam çekici gelmeyebilir, ilgilenenlerin izlemesini tavsiye ederim. Colin Firth gerçekten çok iyi bir oyuncu. Filmdeki oğul karakterini canlandıran oyuncu Ben Barnes’i pek tanımıyor olsam da kısa bir süre önce başka bir filmini izlediğim için ondan bahsetmeden geçemeyeceğim. Eğer Dorian Gray’in Portresi kitabını okumuş ve sevmişseniz kitabın uyarlaması olan filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Kitabı okumayanlar için fantastik ve abartılı gelebilir belki ama kitabı sevmiş olanlar filmi daha çok severler diye düşünüyorum. Ben Barnes’i ilk kez bu filmde izlediğim için mükemmel bir Dorian Gray olduğunu gördüm. Hem eskimemiş bir yüz hem de hayalimdeki kitap karakterine çok uygun.
İngiliz komedilerini sanırım seviyorum ki “Evlilik Sınavı”nın ardından izlediğim sinema filmi de beğenisine güvendiğimiz bir arkadaşın tavsiyesiyle Hot Fuzz (Sıkı Aynasızlar) idi. Çok güldüm, eğlendim, beğendim. Hatta diğer İngiliz komedilerini de izlemeliyim diye de düşündüm. Espri anlayışınıza uyar mı bilmem ama kendimce bunu da tavsiye etmeye değer buldum.
Bir İngiliz filmi daha; Mezarlık Kavşağı yani “Cemetery Junction”. Hot Fuzz”u sevenler için bu filmin de iyi bir mizah anlayışı var. Kısa ama eğlenceli bir film.
Bunların ardından madem Oskar’a ucundan köşesinden adaylıkları var, biz de bakalım neye benziyorlarmış diyerek daha güncel filmlere geçtik. Güncel diyorum ama bunlar da bana göre güncel. İlki Facebook’un kuruluşunun arka perdesini anlatan “The Social Network” yani Sosyal Ağ filmi. Bence Oskar’lık bir tarafı yok ama gerçeğe dayalı oluşundan çekici bir film olmuş. Bir de böylesine içinde olduğumuz Facebook gibi bir ağın kuruluşunu da merak ediyor insan.
Tüm dünyanın tanıyıp hayran olduğu ama benim kendisinin etkisini yeni fark edebildiğim bir oyuncuyla başlayayım: Monica Bellucci…
Tamam evet, Monica Bellucci’yi Taş Meclisi, Matrix gibi filmlerde izlemiştim ama nasıl olduysa pek ilgimi çekmemiş. Oysa son dönemlerde izlediğim iki filmde de aynı tepkileri vererek bu oyuncuya hayran oldum.
İlki Tornetore yönetmenliğindeki “Malena” filmi. Bu film güzel bir konusu olan uzunca bir sinema filmi izlemek isteyenler için gayet ideal. Aslında tam bana göre diyebileceğim bir film değil, çok ilginç bir konusu yok ama akıcı. II. Dünya Savaşı sırasında Sicilya’da, kocası savaşa katılmış bir kadının yaşadıklarını küçük bir çocuğun gözünden izliyoruz. Aynı toplumun kişiyi nasıl da hem yerip hem övdüğünü izlerken Nicole Kidman’ın oynadığı “Dogville” filmini hatırladığım noktalar oldu. Nihayetinde filmin en can alıcı kısmı bence Monica Bellucci’nin başrol oyuncusu olmasıydı.
Sonrasında, yokluğumuzda her yeri kasıp kavuran “Alacakaranlık Efsanesi”ne de bir giriş yaptık. Açıkçası filmde kayda değer bir konu ya da olay yok ama film bir şekilde kendini izlettiriyor. Karakter seçimleri, makyajlar, görüntü, çekimler… vampirdi kurttu derken “Alacakaranlık Efsanesi”nin şimdiye kadar gösterilmiş üç filmini de bir çırpıda izleyiverdik. Daha doğrusu, neyi merak ettiğimizi pek anlamadan merakla izledik. O da ağzımızda hoş bir tat bıraktı.
Bir diğer film Juliette Binoche’nin oynadığı, ki kendisini çok severim, “Certified Copy” (Aslı Gibidir). Sevdiğim tarzda çekilmiş filmlerden biri bu. Diyaloglar ön planda, düşündürücü ve kayda değer. Yıllar önce “Kirazın Tadı” filmini izlediğim yönetmen Abbas Kiarostami’nin bu güzel filmi benim için bir referans niteliği taşıyor. Kardeşimiz sayesinde bu yönetmenin diğer filmlerini de izlemek üzere arşivimize koyup izleme sırasına aldık.
2009 yılında gösterime girmiş ama benim için sanat zaman tanımaz ilkesinden hareketle (bu da benim bahanem olsun) yeni izlediğim bir film “Easy Virtue”. Evlilik Sınavı olarak Türkçe’ye çevrilmiş bu İngiliz komedisinden tahmin edemeyeceğim bir zevk aldım. Film öylesine akıp gitti, hiç sıkılmadan ve çok keyif alarak izledim. 1920 İngiltere’sinde geleneklerine bağlı bir ailenin oğlu, kendilerine pek uygun bulmadıklar Amerikalı bir eş ile evlenir ve böylece film başlar… ayrıntıya girmek niyetinde değilim, zaten konuyu da anlatsam çekici gelmeyebilir, ilgilenenlerin izlemesini tavsiye ederim. Colin Firth gerçekten çok iyi bir oyuncu. Filmdeki oğul karakterini canlandıran oyuncu Ben Barnes’i pek tanımıyor olsam da kısa bir süre önce başka bir filmini izlediğim için ondan bahsetmeden geçemeyeceğim. Eğer Dorian Gray’in Portresi kitabını okumuş ve sevmişseniz kitabın uyarlaması olan filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Kitabı okumayanlar için fantastik ve abartılı gelebilir belki ama kitabı sevmiş olanlar filmi daha çok severler diye düşünüyorum. Ben Barnes’i ilk kez bu filmde izlediğim için mükemmel bir Dorian Gray olduğunu gördüm. Hem eskimemiş bir yüz hem de hayalimdeki kitap karakterine çok uygun.
İngiliz komedilerini sanırım seviyorum ki “Evlilik Sınavı”nın ardından izlediğim sinema filmi de beğenisine güvendiğimiz bir arkadaşın tavsiyesiyle Hot Fuzz (Sıkı Aynasızlar) idi. Çok güldüm, eğlendim, beğendim. Hatta diğer İngiliz komedilerini de izlemeliyim diye de düşündüm. Espri anlayışınıza uyar mı bilmem ama kendimce bunu da tavsiye etmeye değer buldum.
Bir İngiliz filmi daha; Mezarlık Kavşağı yani “Cemetery Junction”. Hot Fuzz”u sevenler için bu filmin de iyi bir mizah anlayışı var. Kısa ama eğlenceli bir film.
Bunların ardından madem Oskar’a ucundan köşesinden adaylıkları var, biz de bakalım neye benziyorlarmış diyerek daha güncel filmlere geçtik. Güncel diyorum ama bunlar da bana göre güncel. İlki Facebook’un kuruluşunun arka perdesini anlatan “The Social Network” yani Sosyal Ağ filmi. Bence Oskar’lık bir tarafı yok ama gerçeğe dayalı oluşundan çekici bir film olmuş. Bir de böylesine içinde olduğumuz Facebook gibi bir ağın kuruluşunu da merak ediyor insan.
Ardından Siyah Kuğu yani “Black Swan” a geçtik. Oyuncuyu da sevince filmi izlemek daha güzel oluyor. Aslında konu son dönemlerde pek çok filmde rastlanır türden, izlemeyenler için bahsetmek istemiyorum ama Natalie Portman’ın oyunculuğuna diyecek yok, izlemeye değer bir film.
Son izlediğim film de “The King Speech” yani Zoraki Kral. İşte şimdi kendimi gayet güncel hissettim. Bir filmin ismi ancak bu kadar kötü şekilde Türkçe’ye çevrilerek lanse edilebilir. Eğer sadece filmin ismini bir yerlerde okumuş olsaydım izlemeye değer bulmazdım. Piyasaya sunulan bu kötü ismi es geçecek olursak yine Colin Firth ve yine harika bir oyunculuk. En iyi erkek oyuncu ödülünü, diğer filmleri izlemedim ama Colin Firth’e layık buldum. Filmin gerçek hayattan uyarlama oluşu bir artı özellik, senaristin ve yönetmenin başarısı da bence dikkat çekici. Hoş bir film…hele ki filmdeki mekan tasarımlarını incelemek harika. Geoffrey Rush da Colin Firt kadar iyi, onu izlerken dönüp de tekrar “Sefiller”i ve oradaki müthiş performansını izlemek istedik.
Nihayetinde kısa zamanda film izleme zevkimizi kundaklamayan güzel filmler izledik. Dolayısıyla bu yazı yorumdan çok tavsiye niteliğinde oldu. Okuduğum kitaplardan da kısaca bahsetsem iyi olacaktı ama galiba bu yazı sinemayla başladı ve öyle bitecek. Kitaplar da bir başka yazının konusu olsun.
Ebru
6 yorum:
Oskar zamanına iyice yaklaşmışken ben de aday olan filmleri izlemeye çalışıyorum, iki tane kaldı izlemediğim ve Black Swan kadar iyisini izlemedim henüz. Dediğin gibi bence de The Social Network'te oskarlık bir şey yok, The King's Speech de en iyi filmden ziyade oyuncularıyla ödül alacak gibi. Neyse konu oskar değildi zaten, Easy Virtue ve Hot Fuzz'ı merak ettim şimdi. Kitap yazısını da bekliyoruz :)
Kitaplar filmler gibi toplanıp yazılmıyor gerçi ama umarım onlardan da ortaya birşeyler çıkar :). Oskar'a aday olan diğer filmleri merak ediyorum, üst üste izleyip sıkıntıya düşmemek için çok içine girmek istemedim. Eğer bunlar dışında tavsiye ettikleriniz varsa hemen alalım onları da listeye...
Ebru
oskar adayları dışındaki filmlerdense bu tavsiye isteği, çok var valla. ben de zaten beğendiğim filmleri yazıyorum sivrisinema'da belki görmüşsündür, bu yılki adaylar içinde ise the fighter ve winter's bone izlemedim henüz ama en iyisi bence black swan ki onu da izlemişsin. inception ve 127 hours'u önerebilirim, onlar da güzel :)
Inception'ı ben de beğendim, 127 hours'u izleyeyim hemen. Sivrisinema'yı takip ediyorum evet, bu sıralar bakmamıştım hatırlatma iyi oldu. Oradan diğer film önerilerini de inceleyeyim ben. İyi film izlemek çok güzel bir duygu :)
Ebru
siyah kuğu ve aslı gibidir 'i çok keyifle izledim ben de...
king's speech götürdü oscarları:)
Geç bir cevap oldu kusuruma bakmayın. Yorumunuz için teşekkürler... keyifle izlenecek birkaç film varmış sanırım, onların da Oskar alacağı çok belliydi.
Ebru
Yorum Gönder