26 Nisan 2010

İspanya-Barselona

Çok güzel bir şehirdeydik dün; sanatın, mimarinin, düzenin ve mutlu Akdeniz insanının şehrinde; İspanya limanları içinde en güzellerinden biri olarak anlatılan Barselona’ydık. Limana yanaşma saatlerimiz el verdi ve dışarıya adım attık.


Şehir merkezine ulaştığımızı Christoph Colomb heykelinden anladık. Sahili takip ederek yürüdük ve yürüdükçe şehir bizi içine çekmeyebaşladı.


Canlı bir sahil kasabasının büyük bir kent ile karışımından oluşmuş bir mekanın içinde hem tatil yapıyor gibi hem de göz zevkimizi tatmin ederek ilerledik.

Gösterişli heykeller, geniş meydanlar, ilginç köprüler, büyük alışveriş merkezleri ve çok güzel binalar arasında dolaştık. Barselona’da görülmesi gerekli yerlerdenbiri de Gaudi’nin yapmış olduğu büyük bir katedraldi, fakat bulunduğumuz yere biraz uzak olduğu için kısa bir kararsızlıktan sonra oraya gitmekten vazgeçtik.


Saatin biraz geç oluşu yüzünden kapanmış olabileceğini düşündük. Katedrali karşıdan görsek bile içine girememe ihtimalimiz vardı.

Üstelik bulunduğumuz mekanı da tam anlamıyla gezememiştik. Katedralin fotoğraflarını kartların ve turistik amaçlı satılan eşyaların üzerinde gördüğümüzde bu yapının insan eseri olamayacağını geçirdik aklımızdan. Muhteşem görünüyordu.


İstiklal caddesine benzeyen geniş bir caddede yolumuza devam ettik. Burası; hem trafiğe açık olacak kadar hem de orta kısmının kalabalık insan grupları için rahatça yürüyebileceği ve sağlı sollu bar- kafeler sığabileceği gibi genişti. Sadece yürümüş olmanın bile insanın eğlenmesine yettiği bir caddeydi.


Her adım başında farklı ve enteresan kostümlerle, önlerinde para kutularıyla dikilen, dans eden şov ve sihirbazlık gösterileri yapan insanlar, palyaçolar, ressamlar, üç dakikada karikatürünüzü çizen karikatüristleriyle capcanlı ve sanat dolu bir mekan.


Cadde boyunca bu saydıklarımdan birinin başında toplanmış gülümseyen ve alkışlayan insanlar. Bunlar içinde en çok ilgimizi çeken karikatürist ve elinde oynattığı bir kafa ile şarkılar söyleyip insanlarla atışan kuklacıydı.


Bu güzel gezimizi saatin nasıl geçtiğinin farkına varmadan ve mütemadiyen yürüyerek tamamladık.

Şehrin içinde de pek çok Türk’le karşılaştık. Dönüş yolunda bindiğimiz taksici nereli olduğumuzu öğrendikten sonra Türkiye’nin AB’ye girip giremeyeceğiyle alakalı bir muhabbet açtı.





Bu arada fiyatların bu ülkede de yüksek oluşunu söylemeden geçemeyeceğim. Örneğin Türkiye’de 1-2 TL’ye alabileceğiniz bir magnet burada Türk Lirasıyla 7TL’ye satılıyor. Diğer ürünler de bu oranda pahalılık gösteriyor.

Şimdiyse Yunanistan’ın Pire’sine doğru demir aldık ve

önümüzde yaklaşık 3 günlük bir sefer var. Bambaşka kültürleri farklı gelenekleri ve yaşam felsefeleriyle, insan topluluklarının düzenlerinde bir yapbozun parçalarını oluşturuyoruz.










30 Mayıs 2009 Cumartesi

Ebru

21 Nisan 2010

Tavuskuşu Kuyruklu Kediler

Mor tutkunu iki insan olarak bu kumaşı ilk gördüğümüzde hiç düşünmeden aldık. Nihayet bir araya gelebildiğimiz ve gelmekle yetinmeyip bir şeyler üretebildiğimiz birkaç güzel günde birer bluz sahibi olduk. Devam eden yazılarımızda, dikiş makinelerinden, kalıp çıkarmaya, kumaş türlerinden, kumaşların nerede bulunabileceklerine kadar aklımıza gelen bir çok konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiler vermeye çalışacağız. Ama şimdi bu garip ve sevimli yaratıklı kumaşımızın macerasını paylaşalım.

15 Nisan 2010

Kremalı Körili Tavuk

Ebru büyük bir coşku ile ardı ardına yazılar ekleyip, sayfamız ile uğraşırken, ben kış rehavetim, ertelemelerim, koşuşturmalarımdan kurtulamamıştım bir türlü. Bir arada geçirdiğimiz son birkaç gün çok şeyi değiştirdi. Bazen bir film, bir kitap, bir şarkı ama en güzeli bir dost uyandırıyor insanı. Güneşin İstanbul'u ısıtmasını beklemeyip, evrenle inatlaşmayı keserek mevsimi bahar kabul etmeyi başardım. Sadece büyük bir özlem kaldı içimde, beraber dikiş dikmeyi, yemek yapmayı, sohbet etmeyi, dinlenirken bile durmadan üreten, düşünen, paylaşan bize özlem. Kısa bir süre sonra buluşacağımızı bilmek güzel, uzun seferlerin zamanı belirsiz vuslatları gibi değil bu kez...


İlk yazım yemek üzerine, şimdiye kadar tatmış olan herkesin beğendiği bir tarif, körili, kremalı tavuk... Bu yemeği ilk yapışımda tarifini nerede görmüştüm hatırlayamadım ama değişikliklere uğradığından artık özgün hale geldi sanırım. Her yeni değişimde de olumlu ya da olumsuz bahsedeceğim.

Önceleri tavuğu çok nadiren ve pek de severek yemezdim, tavuk kokusu azaldıkça değişiyor bu, özellikle de bu tarifle.

 Gerekli Malzemeler

1 adet kemiksiz tavuk göğsü (800gr-1kg)
1 büyük boy kuru soğan
3-4 diş sarımsak
1 büyük kırmızı biber
2 çarliston biber
200ml (bir kutu) sıvı krema
1 yemek kaşığı köri
1 tatlı kaşığı tuz
1 çay kaşığı karabiber

Yapılışı;
  • Yanmaz bir wok tava ya da tencerede 2/3 çay bardağı zeytinyağını kızdırıp, içine ince ama geniş dilimler halinde doğradığımız sarımsağı ve hemen ardından soğanı atıp, ocağı kısıyoruz.
  • Biberleri doğrayıp ocağın altını açtıktan sonra tavamıza ekliyoruz. (Biberleri önceden doğradıysanız, soğan ve sarımsaktan kısa bir süre sonra hiç ocağı kısmadan da ekleyebilirsiniz.)
  • Tavadaki tüm malzemeler kızardıktan sonra küp küp doğradığımız tavukları, karabiber ve tuzu ekliyor, ocağı kısık hale getiriyoruz.
  • Tavukları kendi suyu ile bir süre pişiriyoruz. Su azaldığında köriyi ekleyip 2-3 dakika daha bekleyip kremayı ekliyor ve son kez karıştırdıktan sonra altını kapatıyoruz.

Köri Hindistan'da çok çok kullanılan bir baharat karışımı baharatmış :)
Kansere karşı antioksidan özelliğine sahip olduğu, hazmı kolaylaştırdığı ve bir çok hastalığa iyi geldiği söyleniyor. Genelde tavuk ve hindi ile kullanılıyor dense de ben bir çok yemekte deniyorum. Özellikle de patlıcan yemeğine çok yakıştığını düşünüyorum. Yemek bölümünde yeni bir tarif ile görüşmek üzere...

“Bon appetit” *

* Julie & Julia isimli çok çok sevdiğimin filme göndermedir. Ayrıca Julie & Julia ve Julia Child'a dair yazmak için tekrar izlemek harika bir bahane olabilir...

Özlem

11 Nisan 2010

Elif Şafak - Aşk

İnsan, tam "oldum, tamım" dediği dönemlerde dahi her haliyle huzur dolu da olsa bir gün tekrar farkına varıyor ki daha önceki okunanlar, yaşanılanlar ve sorgulamalar bile hayat koşuşturmacısında değişik haller almaya başlamış. Bazen karışmış, bazen bir resim fark ettirivermiş içimizdeki yolculuğu, bazen yeni tanışılan bir dost, bazense bir kitap!

10 Nisan 2010

SİS - Miguel de Unamuno

Klasikler sınıfına girmiş bir kitabı elimize aldığımızda çoğumuz “acaba ağır bir kitap mı” kuşkusuyla ona yaklaşırız. Sis kitabına da aynı şeyi düşünerek başladım. Önsözünden öte hikayeye adım atar atmaz karşılaştığım dil ve anlatım hiç de ağır ya da sıkıcı değildi. Tersine, başından sonuna zevk ile okuduğum bu kitap bana henüz yazılmış izlenimi verdi.

Kitapta, avare dolaşan Augusto karakteri bir gün aşık oluverir ve hayat üzerine yaptığı yorumları monologlar şeklinde köpeği Orfeo’ya anlatır. Çektiği acının onun gözündeki sis perdesini kaldırdığını düşünürken bir yandan da hayatın sisleri üzerine yorumlar yapar.

Kimdi dün? Ah dün, güçlerin hazinesi! Kutsal dün, her günkü sisimizin özü!”

08 Nisan 2010

İzmir’den Cezayir - İspanya

Yaklaşık bir aydır farklı bir gemideyiz. Artık gemimiz bir konteyner ve Akdeniz içi çalışıyor, sık sık da Türkiye’ye uğruyor. Bu durumun hem olumlu hem de olumsuz yanları mevcut.

Öncelikle bu gemimizin kamarası diğer gemiye oranla çok daha büyük, elbette bu iyi bir şey ama gemi içindeki hareket alanı da yükleme şeklinden kaynaklı çok daha küçük. Bu küçük gemimizle Cezayir, İspanya ve Yunanistan seferlerini tamamladık.

Sivastopol - Ukrayna


Mariupol’dan sonra Sivastopol şehrine yanaştık. Burası diğer kente göre daha büyük ve hareketliydi. Şehir merkezine 10 dakikalık yaptığımız feribot yolculuğu şaşırtıcı ucuzluktaydı.
Tüm günümüzü dolaşarak geçirdik. Gemi içinde, limana girişte ve çıkışta yapılan kamara aramalarını saymazsak güzel bir şehirdi. Yine malum restourantımızda soluklandık ve küçük çapta alış veriş yaptık. Bitki tohumları açısından gayet zengindi, bolca tohum aldık ve pazarı gezdik.

Mariupol - Ukrayna



Uzun zamandır görmediğimiz ülkemizden ve İstanbul’umuzdan geçerek Ukrayna’ya ulaştık. Gezdiğimiz limanlardan sonra, yakınlık bakımından neredeyse Türkiye civarında sayılırız. Böylece Karadeniz’e de adımımızı atmış olduk.

Endonezya’dan Hindistan’a uzanan yolculuktan sonra Suez (Süveyş) kanalına yöneldik. Korsan saldırılarından sonra Aden Körfezi’nden geçecek olmak herkes için temkinli olmayı gerektiren bir süreç oldu. Civara yaklaştığımızda, gemilerin birbirinden haberli olarak art arda geçtiği konvoya yetiştik. Olaysız ve güvenli bir şekilde kanala doğru ilerledik. Kanal geçişi Panama kadar olmasa da uzun bir geçişti. Kanal öncesi demir attığımızda şirket sorun çıkarmasaydı neredeyse Mısır piramitlerini bile görme imkanı bulacaktık. Son anda iptal edildi. Kanal geçişinde bize katılan pilot (yardımcı/kılavuz kaptan) ile birlikte az da olsa satıcı gemiye geldi..

Süveyş Kanalı

SÜVEYŞ-MISIR'dan GEÇİŞ




Endonezya


Adalar ülkesi Endonezya’dayız. Buraya ikinci uğrayışımız olmasına rağmen ilk kez bu seferimizde şehre inme fırsatımız oldu çünkü kıyılarında liman yok.

En fazla altı kişi alan bir botla, açıkta demirlemiş yükleme yapan gemimizden ayrıldık. Bulunduğumuz şehrin ismini haritada bulmak bile oldukça zor. Yirmi dakikalık bir mesafede karaya ulaştık, botla gemiden ayrılmak ilk kez tecrübe ettiğim bir yolculuk şekli oldu.

Paradip - Haldia - Hindistan



PARADİP


Görmeyi istediğim ülkelerden biri de Hindistan’dı. Daha önce burayı ziyaret edenlerden bu ülkeyle ilgili hiç pozitif bir yorum duymadık. Öncelikle herkes pislikten ve düzensizlikten bahsediyordu.Diğer limanlara göre bakımsız bir liman görünüyor önce. Endonezya’nın tersine burada yük tahliyesi de oldukça dağınık ve kirli yapılıyor. Birkaç saat içerisinde Hindistan’ın başka bir limanına doğru
8 saatlik bir sefer atacağız ve güverte oldukça kirli. Dışarıda kömürden oluşan toz bulutu hakim. Geldiğimiz gün yakınlarda bir market olduğu söylendi, biz de sevgiliyle beraber yürüyüş maksatlı çıktık. Kamyonların arasından toza bulanarak tabelası olmayan markete, terk edilmiş eski bir han kapısına benzeyen bir girişten ulaştık. Market de beklediğimiz gibi bakımsız ve tozluydu. Yine de birkaç ihtiyacımızı karşıladı.





Dün de dışarıya çıkma şansımız oldu. Geminin yanında küçük beyaz ve eski arabalarıyla taksiciler bekliyor. İngilizce bilen taksici bize dolaşırken de eşlik etti. Şehir merkezi limana taksiyle 5 dakikalık mesafede. Pasaport kontrolü yapılan kısımda polis sorun çıkarttığı için taksici fotoğraf makinemizi aldı. Sebebini anlayamadık ve güldük çünkü burası önünde saksı çiçekleriyle yine terk edilmek üzere olan bir köy evinin girişinden farksızdı. Yani kamerayla çekilip çekilmemesi pek bir şey değiştirmeyecek gibi görünüyor. Taksiden indiğimizde ilk girdiğimiz yer bir gişe gibi ön penceresinden alışveriş edilen küçük bir DVD’ciydi. Burada para değişimi yapılıyor. Biz de merak ettiğim üzere birkaç Hint müzikleri MP3’ü aldık. Şarkıyı hep aynı kadın söylüyor. Sevgili’yle her zamanki gibi aynı yorumu yaptık. Evet hep aynı kadın. Sevgili söyledikten sonra fark ettiğim bir detay da; insanların beyaz tenliler gibi bir yüz şekli olduğu halde siyah tenli olmaları. Daha doğrusu siyaha yakın bir koyu ten diyebiliriz ki bazıları da tam olarak siyah. 


Taksiden indiğimiz andan itibaren ayakları çıplak çocuklar etrafımızı sardı. Bize dokunup avuç açıp durdular. Arada bir taksici isteğimiz üzerine müdahale etse de gezdiğimiz süre boyunca bu değişmedi. Oradan çarşı diyebileceğimiz, dükkanların olduğu bir pazar yeri gibi bir yere geçtik. Bu arada, tüm limanlarda şehre giderken nasıl ki özenli giyiniyorsak burada gemide giydiğimiz kirli giysilerimizi seçtik. Yine de onlardan çok daha fazla temizdik. Dükkanlar yıllar öncesinden kalmış yerler gibi. Bakımsız, her yerde karmaşık kokular hakim. Üzerlerine de tütsü kokusuyla hacı yağı kokusu karışımı gibi bir koku sürüyorlar. Bu ülkeyi coğrafi ya da tarihsel konumundan çok dinleri ve kültürleri bakımından merak etmiştim ama karşıdan okunup maneviyatlarındaki felsefeye dayanarak yorum yapmak pek de mümkün değil.


 Hayatlarındaki düzensizlik ve temizlikten uzak olmaları, fakirlikten çok, kendi kültür ve dinlerinden kaynaklı olduğunu düşündürüyor. Fakat inandıkları onlar için maddeyi bir kenara bırakıp, her koşulda yaşayabilir kılıp, bu dünyanın nimetlerini bir kenara bırakmaktan ziyade fakirlikle orantılı olarak geri kalmış,temizlikten uzak ve aç bir toplum yaratmış. Ülkedeki dinlerin fazla olması yüzünden tam anlamıyla ortak bir fikre varamamak gibi yorumlar da yapılıyor.  


Bu çarşıyı görmemiş birine, bunu örneklerle anlatmam pek mümkün değil. Çünkü Türkiye’nin en ücra köşesinde bile; her ne kadar buradaki gibi, turistlerin peşine takılacak çocuklar aynı görünümü sergileyecek bile olsa, insanların dükkanlarında ya da kurdukları tezgahlarda temizlik veya düzen fark edilir. Burası daha bir ücra, üstelik söylenenlere göre ülkenin diğer kısımlarına oranla daha temiz bir yermiş bu liman. Örneğin bir genç kızın yol
kenarında tuvaletini yapıyor olması gayet normal bir durummuş. Yine de çarşıyı gezmek ve bir ülkeyi küçük bir topluluğa bakarak gözlemek oldukça keyifli. Zevkle gezdik. Hatta yöresel bir elbise aldık. Yıkadıkça renk veriyor olsa da giyildiği zaman karşıdan bakıldığı kadar büyük durmuyor. Anladığımız kadarıyla elbiselerde iki beden var ve bunların da sadece boyları değişiyor. İnsanlar, daha doğrusu kadınların hepsi yöresel giysiler giyiyor. Biz omzu açık tam olarak dikilmemiş gibi görünen kumaşlar, uzun entariler, hatta kadın erkek pek çoğunun alnında pulları-boyalarıyla nasıl biliyorsak öyleler. Televizyon dizilerinde de müzikal tarzları hala devam ediyor. Bu arada şehirde gördüğümüz kadın sayısı altıdan fazla değildi ki şehirde çok da insan görünmüyordu. Girdiğimiz internet kafe ise, kırtasiye ya da eski bir tuhafiyeden bozma küçük bir odanın bir kısmını üç kabine bölmek üzere oluşturulmuş bir mekandı ki hem bağlantı kötüydü hem de bilgisayarlar çok iyi durumda değildi. On beş dakikada yapabileceğimiz bir işlemi bir saatte kısmen tamamladık.



Dini ve kültürü biraz daha anlamak açısında gemiye gelen bir adamı örnek vereyim. Dışarıdan bakıldığında tam bir Hintli. Genelde erkeklerde pantolon gömlek de var. Bazıları ise bu adam gibi yöresel giysileriyle dolaşıyor. Kısa boylu ve siyah bir adam bu. Uzun sakalı; boynuna bağladığı fular gibi bir kumaş parçasının içinde kalmış, üzerinde diz altına kadar uzanan bir entari var. Ayakları çıplak ama ellerinde altın ya da altın gibi görünen yüzükler, bileğinde yine altına benzeyen bir saat taşıyor. Bir imza ile bir dolu para kazanıyor ve “ayakların neden çıplak?” sorusuna “Buda” diye karşılık veriyor. Kültür böylesine karışmış ya da insanoğlunun anlamak istediğince yaşatılıyor.

Ben bu yazıyı yazarken gemi hareket eti, sevgili; bu koca aygıra tekrar el attı ve akşam saatlerinde bir başka Hindistan limanında olacağız. Bu limanda dışarıya çıkabildik, dolaştık ve hatta küçük ihtiyaçlarımızı karşıladık, bizim için yeterli ve gayet eğlenceli bir geziydi. Diğer limanlarda çıkabilir miyiz, güvenli midir ya da müsait olabilir miyiz bilemiyorum, bu yüzden, 2 liman daha yapıp tekrar buraya geleceğimiz halde başka bir yazı yazmak gereği duymayabilirim. Bir süre buralarda olacağız.


HALDIA

İkinci limanda da çıkma imkanımız oldu. Burası Paradip'e göre daha büyük bir şehirdi. Taksiyle kısa bir yolculuktan sonra taksici eşliğinde bir marketi gezdik. Özel bir reyona konmuş çikolatalardan satın almak pırlanta seçmeye benziyordu, tek bir marka olmasına rağmen... Sokakta bulunan bir manavdan da denemek amacıyla hindistancevizi aldık. O sırada manav bize ilginç bir lezzet olarak paketlenmiş kuru kayısıyı önerdi :). Üstelik Türk bir firmanın Hindistan'a ithal edilmiş bir ürünüydü. Bunu da ticari başarı sayarak kayıtlarımıza geçirdik.

Diğer şehirde olmayıp da burada olan bir başka şey de lokantaların oluşuydu. Belki denemek isteyebilirdik ama lokanta kapısı önlerinde buraya ait tabak ve tencerelerin, dükkanın önündeki pis suların içinde yıkanıyor olduğunu görmek bu "yeni tatlar deneme" isteğimizi oldukça köreltti. Yine de büyük marketten aldığımız acı soslu cipslerden sonra sanırım uzun süre hiçbir cips bizi tatmin etmeyecek. Hindistan cevizi meyvesini sevmediğim kadar bu cipslere hayran oldum.

Bu arada aldığım Hint müziklerinden birinde Sagopa Kajmer'in Gora için yaptığı "al 1 de burdan yak" şarkısında alıntı yaptığı bir kısım var. O müzik olduğu gibi alınmış. Albümde bu belirtilmiş mi bilemiyorum ama benim için ilginç bir tesadüf oldu.

09.01.2009 CUMA






01 Nisan 2010

Çin - Zhanjiang

Kısa bir süre kaldığımız Çin Zhanjiang Limanı’ndan ayrılıyoruz. Dün dışarıya çıktık. Tahmin ettiğimden daha farklı bir Çin’le karşılaştım. Türkiye’ye çok benziyor fakat daha gelişmiş bir ülke.

İnsanların çoğu Japonya’daki gibi bisiklete biniyor artı elektrikli motosikletler var. Japonya kadar nizamlı, temiz, insanların davranışlarına bile yansımış saygı hakim değil.


Mağazalar, trafiğin akışı insanların bakışları Türkiye’deki gibi. Yaya geçitleri, trafik ışıkları tam olarak işlevsel değil . Yine de çok gelişmiş, fiyatlar; marka ürünlerde değişmezken diğer ürünlerde çok uygun. Akşamları sokakta kurulan Ramazan Sultanahmet’i usulü tezgahlar, caddede şarkı söyleyen engelli insanlar ve Türkiye’den çok daha yoğun bir dilenci topluluğu mevcut. Genelde çoğu şey 28 Yen ama yanınızda benimki gibi bir pazarlıkçınız varsa fiyat 5 saniye içinde 10 Yen’e inebiliyor. Diyorum ya Türkiye’ye gerçekten benziyor.

Her zamanki gibi Mc Donald’s yemeğimizi yedikten sonra tüm günümüzü dolaşarak geçirdik. Bir süre internet kafede mailerimize bakma fırsatımız oldu. Gittiğimiz yer, bilgisayarlarında kamera olmasa da, 22 inc plazma ekranları, çok rahat büyük koltukları, önceden alınıp şifreyle nete bağlanılan kartlı sistemiyle büyük bir mekandı. Daha doğrusu, eczane bile market formatında büyük, çoklu kullanıma yönelik. Sonradan keşfettiğimiz bir pasajda ucuz pek çok tezgah vardı. Çin mallarının tam olması gerektiği gibi bol ve ucuz sunulmuş haliydi ama daha tam olarak dolaşmadan erken saatte bir anda kapanıverdi. Yine de işimize yaradı.



Burada limana yanaşmadan önce 30 saat kadar uzun bir kanal seyrimiz oldu. Kıyı boyunca kara trafiğine yakın deniz aracı bolluğu mevcut. Bu yüzden hızlı gidilemiyor ve olduğundan daha uzun sürüyor. Şimdi de böyle bir yol kat ettikten sonra kanaldan çıkacağız. Bir hafta süren bir seyir sonucunda Endonezya’ya varacağız. Orada 10 gün kaldıktan sonra 10 gün yol gidip Hindistan’a varacak, orada da yaklaşık 10 gün kalacağız. Yükleme ve boşaltma işi (kömür yüklemesi yapacağız) geminin vinçleriyle (kreyn) olacak. Bu da gemi personeli için çok yoğun bir liman olacağı anlamına geliyor. Bütün bu bilgiler limandan ayrılana kadar belli değildi. Bu da işin cilvelerinden biri ve aslında hoş da bir cilve, son ana kadar nereye gidilip neler yapabileceğimizin hayalini bile kurmak mümkün olmuyor. Bu yüzden karadakinden çok daha esnek ve hareketli bir hayat; fiziksel değilse de düşünce ve akış bakımından.

16.12.2008 Pazartesi

Japonya-Fukuyama

Lumbuzdan dışarıya bakmamla, geminin limandan hareket etmeye başlaması bir oldu. Bir haftayı aşkın süredir Fukuyama’dayız. Bugün Kurban Bayramı’nın üçüncü günü. Dört gün önce sabah erken saatte, ikinci kaptan ve eşiyle şehre indik. Taksi ücretleri başta olmak üzere burada yaşam oldukça pahalı.Dışarıya çıktığımız gün çok soğuk bir hava vardı. Öncelikle büyük bir otelden para bozdurup, Fukuyama Kalesi Müzesi’ni gezdik. Mekan ve manzara oldukça güzeldi. İçeride Hiroşima’dan kalma kalıntılar, kumaş üzerine resimler, zırhlar, balmumundan heykeller... vardı. İki büyük alışveriş merkezini dolaşıp Mc Donalts menümüzü yedikten sonra tekrar merkeze geldik. Yol üzerinde sıklıkla otomatik içecek kutuları koyulmuş. Denemek için bir kutu kakao seçtik. Otomatik olmasına rağmen elde hazırlanmış gibi sıcaktı. Bu keyfi birkaç yerde kendimize yaşattık. İnsanlar yardımsever, sevimli ve çok saygılılar. Örneğin; yol tarifi almak için girdiğimiz dükkan sahibinin kendi mağaza reklamının haritasına ek yapıp gideceğimiz yeri çizmesi, yine aynı sorumuza bir başkasının gideceğimiz yerin bir kısmına kadar bize eşlik etmesi gibi.

Cumartesi olması itibariyle sokaklar genelde boş, dükkanların da çoğu kapalıydı. Şehrin düzenli, temiz, güzel oluşu kadar, pahalı oluşu da ilgi çekici. Kore’de almadığımız God Of War oyununu buradan aldık ama gemiye geldiğimizin birkaç gün sonrasında yani beklemediğimiz kadar kısa bir süre içinde oyun bitiverdi. Orijinal oyun alışımız; bizi eğlendirdiği zamanlara ve yapımındaki emeğin büyüklüğü yüzünden hayal kırıklığı yaşamamızı engelledi. Dönüş zamanında diğer çiftin gittiğini anlayınca bir süre ATM aradık ama bulduklarımız kartlarımızı tanımadı. Bir taksiciyle daha uygun fiyata anlaşıp geri döndük. Verdiğimiz para bittiğinde taksici taksimetreyi kapattı ve yoluna devam etti. Ayrıca burada iki çeşit taksi şirketi var gibi görünüyor. Biri siyah diğeri beyaz renkteler. Farklı fiyatlar alabiliyorlar. Otomatik kapılı taksileri, eldiven ve takım elbiseli taksiciler kullanıyor. Her yer gibi, arabalar da tertemiz. Kendi ülkemde sanıyorum ölene kadar göremeyeceğim bir düzen, güven saygı ve huzur hakim. Ulu orta duran otomatik içecek makinelerine bile hiç zarar verilmemiş. Banklar oyulmamış ve insanların büyük çoğunluğu bisiklet kullanıyor. Her yerde park halinde duran bisikletler var hatta bisiklet park alanları da oldukça bol. Hiç polis görmediğimi de şimdi hatırlıyorum. Kısacası insanlarda kişisel bilinç hakim. Yine de pahalılık tavan yaptığı için yaşanılacak bir yer değil. Ayrıca biz soğuktan felç aşamasına gelirken bir moda akımı gibi, bazı genç kızların mini etekli ve çıplak bacaklı halde nasıl soğukta öylesine rahat yürüyor oldukları da bir soru işareti olarak kaldı. Şimdiye dek kendi ülkemde gördüğüm bir farklılık da döviz bürosu diye bir şeyin olması. Gerçi ekonomik çalkantı açısından, varlıkları bizim için pek olumlu olmasa da istediğimiz zaman istediğimiz kadar bozdurup dönüştürdüğümüz dövizi, diğer ülkelerde ancak belli yerlerde pasaportla bazı kağıtları doldurarak mümkün; banka otel, özel bürolar gibi... üstelik verdiğin paranın bir kısmını bozdurmak mümkün değil, elindeki bütün paranın tamamını bozdurma zorunluluğu var.

Kısacası burası da oldukça güzel bir limandı. Bayramı da limanda geçirdik. Sabah onda salonda toplandık ve herkes birbiriyle bayramlaştı. İlk kez tayfa ve zabitlerin hepsi bir salonda oturup yemek yedi. Gerçi bu tip yemekler seyir partilerinde de oluyor ama tayfanın pek giremediği salonda topluca oturuluyor olmaları farklı bir tecrübeydi. Sonrasında iade-i ziyaret amacıyla biz de diğer tarafın salonunda kısa bir süre oturduk. Geminin uzun bir süreden sonra ilk kez gördüğüm bir mekanı. Bayramın bir önceki günü de limandan gelen kartlı cep telefonuyla ailelerimizi aramamız mümkün oldu. Herkesin sesini duymak da ayrı bir güzeldi.
Şimdiyse iki gün sefer sonunda, büyük ihtimal iki gün kalacağımız, Çin’in Şangay kentine gidiyoruz. On iki saatlik bir kanal seyrimiz olacak. Çin’in fiyatlar açısından çok daha tatminkâr olduğu söyleniyor. Tahminimce orası da ilginç olacak. Gemiye gelmeden gitmek istediğim ülkeler olarak Amerika, Japonya ve Çin’i saymıştım. İlginçtir ki ilk seferlerde istediğim yerleri görme imkanımız oldu.

10.12.2008