08 Nisan 2010

Endonezya


Adalar ülkesi Endonezya’dayız. Buraya ikinci uğrayışımız olmasına rağmen ilk kez bu seferimizde şehre inme fırsatımız oldu çünkü kıyılarında liman yok.

En fazla altı kişi alan bir botla, açıkta demirlemiş yükleme yapan gemimizden ayrıldık. Bulunduğumuz şehrin ismini haritada bulmak bile oldukça zor. Yirmi dakikalık bir mesafede karaya ulaştık, botla gemiden ayrılmak ilk kez tecrübe ettiğim bir yolculuk şekli oldu.
Kıyıda suyun üzerine kurulmuş bir kasaba karşıladı bizi. Tek katlı ahşap evlerin arasından, daracık yollardan geçip acentenin ofisine ulaştık. Burası; kapının önünde ayakkabılarımızı çıkardığımız, arabesk bir havada döşenmiş iç tasarımı ile ofisten çok, bir evi andırıyordu. Üzerinde metal bir aslan broşuyla yüksek deri koltuklar, mekandan bağımsız pembe perdeler, tümüyle kartonpiyer oymalı tavanı, büyük vazolarda yerde duran yapma çiçekleriyle arabesk tarzıyla bir ofis ve elbette kapıda merakla bizi izlemek için kafalarını uzatan çocuklar. Her ne kadar sokaklarda yürürken pek de gelişmemiş bir şehir olduğunu düşündürse de kapı-pencere açık olan tüm evlerde kocaman LCD ekran televizyonlar mevcut. Halkın yarısı Müslüman, tıpkı Türkiye’deki gibi örtülü ve örtüsüz kadınlar var. Ayrıca diğer uzak doğu ülkelerinde olduğu gibi burada da motosikletler oldukça fazla. Normal halk hatta kadınlar, kolay ulaşım aracı olarak motosiklet kullanıyor. Bunlar genelde elektrikli sessiz motosikletler. Ayrıca taksi olarak binilen, genelde yaşlı amcaların kullandıkları, önüne koydukları yarım bir sepeti andıran koltuğuyla yolcu taşıdıkları bisikletler var. Gördüğüm kadarıyla uzak doğu insanı hayatını, ucuzundan pahalısına her türlü araçla kolaylaştırmayı başarmış.

Aylardır duymadığımız ezan sesini burada duyduk, camiler gördük. Her türlü alışverişimizi karşılayacak küçük marketlerden alış veriş yapıp, ürünlerin ucuzluğuna şaşırdık. Örneğin Türkiye’de 10TL ye alabileceğimiz bir krem, burada 1,5TL ye denk geliyor, pek çok yerde bulamadığımız Play Station oyunlarını satan bir dolu mağaza bulduk. İnsanlar nereli olduğumuzun cevabını aldıktan sonra; “Müslüman mısınız?” diye sorup memnun oluyorlar, bu olay birkaç kez tekrarlandı. Burada da para değişimleri normal bir dükkanda yapılabiliyor. Ayrıca hava çok sıcak ve nemli, bir anda şiddetli bir yağmur başlıyor ve kesiliyor. İnsanlar parmak arası terlikler ve kapri pantolonlarla geziyor ki gemiye gelen işçilerin de çoğu aynı tarzda rahat ve spor giysilerleler. Sadece kaldıkları yerlerden garip yemek kokuları duymaya biz de bir süre sonra alışmaya başlıyoruz.

Gezimizin sonlarında, Çin’dekilere göre çok küçük, Hindistan’dakilere göre çok büyük olan bir internet kafeye girip maillerimizi okuma fırsatı bulduk. Gitmeden önce de buraya özgü, dışı at kestanesi gibi dikenli ve kırmızı bir meyve olan rambutan meyvesi aldık. Yemesi zor ve kalıbına göre küçük ama lezzetli bir meyveydi. Dönüşte de minibüs görevi gören, dar koltuğunda karşılıklı oturulan bir araçla acenteye döndük. Gezintimiz boyunca acente bizim yanımıza bir elemanını verdi, onunla birlikte dolaştık. İnsanlar oldukça sıcaklardı ve kısa zamanımızda pek çok ihtiyacımızı karşıladığımız bir gezinti oldu. Ardından yine aynı hızlı botla gemimize döndük.


Aynı akşam gemideki ustamız bizi balık tutmaya davet etti. Biz de yanına uğrayıp ona eşlik ettik. Aklımdan babamla tuttuğumuz ilk balıklar, kızılkanatlar geldi. Burada balık oldukça fazlaydı ve tek seferde, kendi içimde, üç balık tutabilme rekorumu kırdım. Yanımızda da Endonezyalı işçiler balık ve kalamar avlıyorlardı. Çekinmeden ve teşekkür beklemeden tuttuğumuz balıkları oltadan çıkarmaya yardım ettiler, dedim ya sıcak ülkenin sıcak insanlarıydılar. Her ne kadar gecenin sonunda ellerimde balık yüzgeçlerinin sıyrıklarının acısı kalsa da, buna değecek bir eğlence oldu bizim için. Ve ben yine bu yazıyı yazarken gemimiz sevgilinin elinden harekete geçerek üç günlük bir seferle Singapur’a doğru ilerlemeye başladı.


22.02.2009

Hiç yorum yok: