07 Haziran 2015

George Orwell-1984 ve Ray Bradbury-Fahrenheit 451

Bugün oy kullandım, tıpkı her günkü temel ihtiyaçlarımdan birini karşılarmış gibi, heyecansız ve normal. George Orwell'in 1984 kitabının henüz bitmesi tam da seçimlerin üzerine denk geldi. Kitabın da etkisiyle garip bir etkisiz eleman hissi geldi oturdu. Nasılsa her şey bizim için planlanmış, biz sadece oy kullanarak sonucu etkileyebileceğimizi düşünüp sistemde bir yerimiz olduğuna inanıyoruz belki.

George Orwell'ın Hayvan Çiftliği ve 1984 kitabı farklı tarzlarda, farklı öyküler anlatıyor olsa da aynı yörüngelerde ilerliyor. Hayvan Çiftliği'nde eşit bir sistem için yönetimi ele alan iktidarın koltuk sevdasıyla ve insan egosuyla nasıl bir tavır izlediğini görüyoruz. Bunlar bize hiç yabancı değil.

1984 ise uzun zamandır okumayı arzu ettiğim, fakat nedense eski ve ağdalı bir dili olduğunu düşündüğüm bir kitap. Konuyla ilgili fikrim olmadan okumak beni daha da heyecanlandırdı, çünkü beklediğimin tam aksi bir kitap olduğunu daha ilk sayfalarda fark ettirdi. Okudukça bilim-kurgu ya da ütopikten ziyade bana olası hatta olmaya başlamış bir dönemi anlatır gibi geldi. Eminim bir çok insan aynı şeyi düşünmüştür. İnsanların gelişen teknoloji ile birlikte, eşitlik, özgürlük ya da inanç kavramlarının bir şekilde içi boşaltılıp dönüştürülerek yönetilmesi en kolay hale getirilmeleri uzak bir gelecek değil. Belki de kitapta anlatıldığı kadar iç burkucu da değil çünkü yavaş yavaş uyuşturulduğumuz için nereden ne hale geldiğimizi balık hafızalarımızın da yardımıyla anlayacağız bile. Bu kitap benim için biraz Sineklerin Tanrısı, biraz da Alamut Kalesi, aynı zamanda da Fahrenheit 451!

Fahrenheit 451'i okuyalı pek uzun bir zaman olmadı. Onun hikayesi ise bana çok daha olumlu geldi. Belki de kitapların yakılıp kül edilmesi, yasak olması, 1984'teki gibi kelime dağarcığının daraltılarak düşüncelerin de zamanla önüne geçilip insanların makineleştirilmesi bizim daimi mutluluğumuz için daha iyidir. Belki de o zaman gerçekten mutlu ve hissiz olabiliriz, sorgulamadan kabulleniveririz.

Bir kitaplar gelecekten öte bugünde hatta yazıldığı günlerde olanları, insanları anlatıyor bana göre. İnsanın yapabileceklerini, kapasitesini, egosunu...

Bugün biraz umutsuz.

06 Haziran 2015

Gecenin Sonuna Yolculuk-Louis Ferdinand Celine

Elimde uzun bir vakit sürüklenen fakat bırakıp da gidemediğim bu kitap için anlatacak pek bir şeyim yok, ama bahsetmesem de hiç
olmaz...

1932 yılında yazıldığı düşünülünce Gecenin Sonuna Yolculuk'un gayet akıcı ve yalın bir dili var. Gerçi bunun bir nedeni de Yiğit Bener'in çevirideki gücü olmalı. Bu yalın dile rağmen bazı kısımlar bana oldukça iç karartıcı ve uzun göründü. Aslında bu iç karartıcılık kitabın sahiden de yazarın olayı yaşadığı anda anlatıyor kadar gerçekçi olmasından kaynaklanıyor. Savaş ne kadar gereksiz, bunaltıcı ve anlamsız diyor insan mesela; öylesine ağızdan çıkar gibi değil de o buhranı içinde yaşar gibi. Kahramanımız Bardamu, kitabın ilk bölümlerinde savaşta olduğu sırada askerliği, savaşmayı ve bunun gibi gerekli gereksiz insanları, olayları kendi bakış açısıyla kendi yorumuyla anlatıyor, siz de hak vermeden edemiyorsunuz. Askerlikten Afrika'ya, oradan Amerika'ya oradan da memleketi olan Fransa'ya dönüyor ve gecenin sonuna doğru ağır ağır akıp gidiyor yolculuk.

Bu kitap benim herkese tavsiye edeceğim bir kitap değil, hatta galiba kimseye tavsiye etmeyeceğim. Kitabı sevmediğimden değil, uzun satırlarına ve gerçekçi ağırlığına rağmen ben bu kitabı gayet sevdim. Hatta uzun ara verdiğim her andan sonra daha bir şevkle okudum ama dediğim gibi oldukça uzun sürdü. Kitabın sonlarına doğru yazarın o ciddi satırlarından sızan cümleler beni çok eğlendirdi çok güldüm. Sonlara doğru yazar mı kendini saldı ben mi yazara alıştım bilmiyorum ama o ince mizah anlayışı tam da olması gerektiği gibiydi ve beni sesli sesli güldürdü.

Kitabın konusunu anlatmayacağım. Aslında kitabı bir yerinden tutamadığım için kitabın tam olarak neresini sevdiğimi de anlatamıyorum. Kendisini sevip sevmemek konusunda bir türlü karar veremediğim Bardamu'nun gerçekçi karamsarlığına kapılmamak elimde değil. Sanırım karamsarlığa kapılmamam gereken bir dönemde Bardamu'yu o kadar da haklı bulmak istemediğim için bazı satırları uzun buldum ve direndim ama yenik düştüm, sıkça kızdım, sonunda yine onu haklı buldum. Kitabın sonlarına doğru Bardamu'nun sinir bozucu arkadaşı Robinson'dan duyduklarım Robinson'u bile sevmeme neden oldu.

Bardamu'nun yaşadıklarından, insanın koşullara göre her kıvama gelebileceği sonucu çıkarıyorum sanırım. Ben de olsam şu an böyle olur muydum diyorum. Burada insanı diğerlerinden ayıran düşünceleri midir yoksa fiziksel tepkileri mi, hala emin değilim?

"İstemeyerek de olsa, tüm yüzyıllar boyunca her yerde adı geçen, herkesin varlığından Tanrı ya da Şeytan'ın varlığı kadar haberdar olduğu, ancak yeryüzüne indiğinde ve yaşamda daima değişken, belirsiz biçimler içinde kalan, asla ele gelmeyen, o insanlığın yüz karası vazgeçilmez 'aşağılık ve tiksindirici pislik' rolünü oynuyordum. Bu 'pisliği' nihayet kıstırma, nitelemek, ele geçirmek için ancak bu daracık gemide oluşabilen olağanüstü koşulların bir araya gelmesi gerekmişti."

10 Mart 2015

İsviçre ve İtalya’ya Yolculuk III

Tadı Damağımızda Kalan Como Gölü

Ne kadar geç kaldı değil mi ikinci yazı… Gezi yazıları ne kadar erken yazılırsa o kadar iyi oysa tüm anılar ve bilgiler daha tazeyken. Bir sonraki yolculuğumuzda not almak yerine yazımı orada yazmalıyım diye düşünüyorum.


Bern’de geçen güzel günümüzün sabahı erkenden yola koyulup, bir benzincide çimenlere yayılarak, kahvaltımızı yaptıktan sonra düştük yola. Benzinci dediğime bakmayın fırından yeni çıkmış çörekler, kruvasanlar, çeşit çeşit kahveler her şey nefisti. Lugano gölü kenarında kısacık bir mola verip, yemyeşil dağlarla çevrili yolun güzeliğiyle, dünyanın en uzun tüneli, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen Gothard’ı gibi geçip sınıra vardık. Gothard öncesi bolca ışık olduğundan, kısa bir trafik sıkışıklığı yaşanıyor.  

Ve hep görmek istediğim, şimdi tekrar tekrar gitmek istediğim, lezzeti, doğası, tarihi ve büyüsüyle İtalya’ya ulaştık. İlk durağımız sınıra oldukça yakın olan Como Gölü ve çevresi… Sınırı geçer geçmez, yollar ve trafik değişti, korna sesleri hoş geldiniz dediler bize. Gölü’un sol ucunda yer alan Como şehrinin içinden geçip, airbnb’den bulduğumuz, Barbara’nın Lezzeno’daki evine doğru yola koyulduk. Airbnb hakkında ayrıca yazacağım, biz gerçekten misafir olduğumuz evlerden ve ev sahiplerimizden çok memnun kaldık. Como Gölü kısa duraklarımız arasındaydı, daha sonra yapmayı planladığımız uzun yolcuklar için keşiflerimizden biri. Fakat düşündüğümüzden de kısa sürdü ve bunun en büyük nedeni trafik. Gölün etrafında ki yol çok virajlı ve dar. Eğer çok cesur değilseniz bu yola kendi arabanızla girmeyin toplu taşıma araçlarını kullanın derim, hatta mümkünse deniz yolunu. Virajları çok keskin, arabalar karşıdan hızla geliyorlar, trafik ışıkları ya da işaretleri yok. Gitmeden önce burada araç kullanmanın zor olduğuna dair not almış olsam da, beklediğimizden daha kötüydü, arabamız da büyük olunca yol boyunca stresten etrafa bakamadık.

23 Şubat 2015

Pek Güzel Filmler

Yoğun iş koşturmacası devam ettikçe kendim için yapabildiğim en güzel şey film izlemek. Her gün izleneceklerin çoğaldığı koca bir liste var elimde. Bu eklemeler içinden son bir kaç haftada seyrettiğim filmler arasında kötüsüne rastlamadım.

Açıkçası film tekniklerinden anlıyor değilim, umurumda da değil, sadece zevk ile izlediklerimden kendimce ve kısaca bahsedeceğim.

Turist-Force Majeure (2014)

Yönetmen: Ruben Östlund

Benim için çok taze bir film,  çünkü henüz bitirdim. Ayrıca yönetmenin izlediğim ilk filmiydi. Müzik, sahneler, mekanlar, yakın plan çekimleriyle bana epey Stanley Kubrick'i hatırlattı.  İçerik olarak Kubrik filmi gibi değil. İzlememiş olanlar için böyle bir beklenti yaratmak istemesem de bu haliyle son dönemde izlediğim en iyi filmler arasına girdi. Bir sahnesinde o kadar çok güldüm ki bunun benim ruh durumumdan mı kaynaklandığı yoksa gerçekten komik bir sahne mi olduğu konusunda tereddütte kaldım.  Yalnız izlemenin de böyle garip tarafları oluyor.

Filmde klasik bir aile ve kapılıp gittiğimiz standart hayat, tek bir sahneyle bile çok güzel anlatılmış. Çekirdek ailenin dişlerini fırçaladığı sahne örneğin; o anlarda kendimi de düşünerek biraz içim kıyıldı. Bence oldukça vurucu, durağan yapısına rağmen dikkat çekici bir filmdi.


Das Wilde Leben/ Eight Miles High (2007) 

Yönetmen: Achim Bornhak

Bu da dün akşam izlediğim ve dönem itibari ile izlemekten zevk aldığım bir film. Gerçek hayattan esinlenerek çekilmiş. Olay kahramanı hala yaşıyor, bu nedenle de ilginç. Filmde farklı bir açıdan da olsa Rolling Stone üyelerini görüyoruz, 68 kuşağı, rock n' roll öğeleri ile dolu bir film bu.

"Ne kadar ayıp" kafasıyla izlemezsek bazı yönleriyle gıpta edeceğimiz şeyler anlatıyor.
Yaradılış zorunluluğu sandığımız klişelerin çoğunluğu ön yargıdan ibaret olduğunu bas bas bağırıyor. Ha tabii şu an özgürlük savunuculuğu yaparken her şeyden, her türlü rahattan ve sahiplik duygularından arınacak cesarete sahip miyim? Değilim elbet, ben işin daha çok kafa yapısı ve zihniyet kısmındayım.
Bu arada film Uschi Obermaier'in hayatını anlatıyor. Kendisinden bu filmle haberim oldu. Sadece bu dönemin filmlerini sevenlere tavsiye edeceğim sanırım.


Moulin Rouge  / Kırmızı Değirmen (2001)The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby (2013)

Yönetmen: Baz Luhrmann

Moulin Rouge aslında izlemekte geç kaldığım güzel bir film, özellikle müzikal seviyorsanız. Harika diyemeyeceğim ama görsel açıdan izlemesi keyifli.
Açıkçası aynı yönetmenin elinden çıkan The Great Gatsby bana daha izlenesi ve sürükleyici geldi. Bu düşüncemde, müzikal filmlerin ilgi alanıma girmiyor oluşu bir etken. Yine de bu filmleri sevdim. Gerçi müzikal deyince Sefiller'i ayrı tutuyorum, belki kitabından çok etkilendiğim için daha bir sevmiş olabilirim Sefilleri'i, yine de önce çekilen filmi müzikaline tercih ediyorum.

The Theory of Everything (2014)Her Şeyin Teorisi 

Yönetmen: James Marsh

Kendisini okuduğum kitaplar ve filmler yüzünden bire bir tanıyormuşum gibi hissettiğim Stephen Hawking! Hayranıyım ne diyebilirim. Sanırım o yanı başında yaşansa da ruhunun derinlikleri ve düşünce yapısına pek kolay nail olunamayacak bir deha; her deha gibi. Kelimeler düşündüklerinin ne kadarını anlatabiliyorsa o kadarı aktarılıyor bize. Gözümde her deha bir ermiş, derviş, artık ne derseniz.
Gelelim Her Şeyin Teorisi'ne. Drama ve biyografi olarak herkesin izlemek isteyeceği akıcı bir film. Oldukça da güzel. Sadece işin fizik kısmına daha çok ağırlık verilseymiş daha çok sevebilirdim. Hani biraz daha öğretici bir şeyler olabilirdi, ben en azından daha fazla bilim beklentisiyle izledim. Yine de izlemeye değer.

Ardından Hawking'in sunduğu In To The Univers belgeselini izledim. Benim için ilgi çekiciydi ama konuyla ilgili olanlar için çok derin bir şey yok. Yani sorular, sorular... cevabını bulamadığımız evrenin sırları sorularının olasılıkları üzerinde duruluyor. Bu soruları henüz sormamış kişiler için farklı bir bakış açısı kazandırabilir. Sadece ilk bölümü izlediğim için böyle düşünmüş olabilirim.

Miyazaki

Miyazaki! Her animasyonu ayrı güzel. Animasyon filmleri de tıpkı müzikaller gibi öncelikli izlenecek listemde yer almaz, ince ince seçer tavsiye edildiyse ya da konusu ilgimi çektiyse izlerim. Oysa Miyazaki'nin tüm animasyonlarını gözümü kırpmadan izleyebilirim.

O; Japon kültürünü ve inançlarını ince ince işlerken siz bu özelliklerin insan denilen canlıda bulunması gereken özellikler olduğunu anlıyorsunuz. Nasıl oluyorsa bambaşka kültürden bir yönetmen, her defasında çocukluğumda kurduğum hayalleri bana hatırlatıyor. Kendimi hep o gizemli sandığım ama büyüdükçe gizemi büyüdükçe bayağılaşan o çocukluk dünyasında buluyorum. Resim yapmak, yazmak, okumak istiyorum. Güzele olan isteğim artıyor ve Miyazaki karakterlerinin bakış açısını çalmak istiyorum: "Bugün çok güzel bir gün, çok ilginç olacak" Tek tek film isimi vermeyeceğim, dediğim gibi izleyip de kötüymüş dediğim bir animasyonu olmadı. En sevdiklerimse Ruhların Kaçışı ve Ponyo.

Jagten / The Hunt (2012)Onur Savaşı

Yönetmen: Thomas Vinterberg

Onur Savaşı adıyla çevrilmiş filmin afişine ve ismine bakarak izlemekten vazgeçebilirsiniz, geçmeyin. Sakin, hoş bir film. İçerik olarak her kültürün birbirine benzediği düşüncesiyle rahatlama ve huzursuz olma arasında gidip geldiğim bir film. Aslında afiş fotoğrafı can alıcı bir sahneden alınmış. Farkına varma unsuru biraz gerçek dışı olduysa da verdiği mesaj kayda değer.

Klasik ama insanlık var olduğu sürece değişmeyecek bir konu, tavsiye ederim.



Birdman (2014)Atmaca-Cahilliğin Umulmayan Erdemi

Yönetmen: Alejandro G. Iñárritu

Birdman içeriği ve yılı hakkında fikrim olmadan, ismi ilgimi çektiği için izlediğim bu filmi. Herkesi seveceği türden değil, benim de ikinci kez izlemeyi düşündüğüm türden bir film değil ama sıkılmadan seyre daldığım farklı bir yapıt. Oyuncular da ilgi çekici. Çekimlerdeki farklılığın bir sebebinin de baştan sona tek kamerayla çekilmiş olmasıymış tabi ben bunu izlerken anlayamadım.

Dönem itibari ile bugünün sosyal medyasının, benim de pek de farklı düşünmediğim kahramanlı aksiyonlu filmlerin eleştirisi yapılıyor. Filmin ilk sahnesi filmin gidişinin farklı bir hal alacağını düşünmeme neden olmuştu. Aslında kişilik konusu pek çok filmde işlenmiş olmasaydı galiba filmi daha çok sevecektim. İçerikten bahsetmek istemediğim için bu cümleyi böyle tam anlaşılmadan bırakacağım.

Yönetmenin en sevdiğim filmi hala Paramparça Aşklar ve Köpekler

A Separation (2011)Bir Ayrılık


Yönetmen: Asgar Ferhadi

Dönem filmleri kadar farklı kültürlerden çıkıp gelmiş filmler de ilgimi çekiyor. Bu da bir İran filmi. Konu öyle enteresan falan değil ama çok akıcı işlenmiş. Bazı diyaloglar çok basit gibi görünse de filmin içinde abes durmuyor. Aslında içerik olarak bize çok uzak da değil.
Bolca ödül de almış, izlemeye değer.






Satırların gittikçe kısalmasından, yorulduğum anlaşılmış olmalı. İki satır yazmadan geçemeyeceğim. Yakın zamanda izlediğim aşağıdaki filmlere de göz atmanızı tavsiye ederim. Özellikle Büyük Budapeste Oteli çok çok keyifli bir film. Herkesin izleyebileceği bir tarzı var ve çok iyi bir oyuncu kadrosuna sahip, çok eğlenceli. Bence Oskar ödüllerinde daha fazla yeri olmalıydı

Kısacası 2014 yılı benim için güzel filmlerle dolu bir yıl olmuş. Ayrıca yine Stanley Kubrick esintileriyle dolu Interstellar filmini de tavsiye ederim. Sinemada izlemesi görsel açıdan en keyifli filmlerden biriydi.




Saatler Çalışır, İzinsiz Hep Bir Sonraya...

Sevgili Ortaçgil'in şarkısından bir satır ile başlamak istedim ben de, uzun zaman sonra bir merhaba diyecek olan yazıma.

Yazmak içsel bir eylem anladım ki, bir iş kurmanın heyecanının, her gün aynı geçen günlerden, okunamayan kitaplar, izlenemeyen filmler, görülemeyen dostlar, gezilemeyen yerlerden dolayı bir serzenişe dönüşmesiyle, yazamamaktan şikayet edip duruyorum aylardır.

Zamansızlık ne zor, ne kadar bulaşmış yaşamlarımıza. Çalışmak elbette güzel ve gerekli ama ya kendimize sevdiklerimize ayıramadığımız zamanlar? Hayatta en çok sağlığıma, dostlarıma ve güzel anılarıma şükrediyorum ve biliyorum ki bunların hiçbiri maddi bir karşılıkla elde edilemiyor. Bu yüzden evimin huzurlu sarı ışığına, keyifle yaptığım el emeği ürünlerime döndün sonunda. Şimdi daha çok okumalı, izlemeli, gezmeli ve paylaşmalı elbette.

Tabi önce yarım kalan İtalya gezimi anlatmayı bitirmeliyim. Ayrıntılar zamanla siliniyor maalesef, kalan anılar ve bol fotoğrafla bir sonra yazımda Como Gölü'nde buluşmak üzere...


04 Ocak 2015

Jülide Özçelik İzmir Konseri - 3 Ocak 2015

  Yazamadığım süre boyunca bolca konser izledim. Zamandı, yorgunluktu, işti derken hiçbirinden bahsedemedim. Oysa bu sefer bu konser içime öylesine işledi ki yazmadan duramayacağım. Hemen paylaşacağım heyecanımı.

Dün akşam Karşıyaka Opera ve Tiyatro Sahnesi Jülide Özçelik ve müzisyenlerini ağırladı. Biz de bilet bulmak için oldukça çaba gösterdik, yılbaşından itibaren telefon etmediğimiz gişe kalmadı ama hiçbirine ulaşamadık. Sonradan öğrendik ki Karşıyaka Belediyesi bu konserleri ücretsiz olarak düzenliyormuş fakat önceden davetiye almak gerekiyormuş. Biz gişeye vardığımızda davetiye kalmamıştı elbette, yani konsere girişimiz de ayrı bir hikaye.

Gelelim güzel sesli sanatçımıza. Jülide Özçelik oldukça tanınmış ve değeri bilinenlerce takip edilen bir müzisyen. Yine de duymamış, görmemiş olanlar için belirtmek istiyorum ki Jülide Özçelik bence Türkiye'de özellikle yeni sesler arasında nadide olanlardan biri.

Jülide Özçelik konser boyunca, konuşurcasına rahat bir tonla söyledi şarkılarını. Şarkı aralarında anlattı, dinledik. Sanki hepimiz eski dostuymuşuz gibi içten ve mütevazi paylaşımlarda bulundu. Eminim benim gibi salondaki pek çok insanın da gözleriyle beraber yüreklerini nemlendirdi. Harika sesi bir kenara, konser sonrası insanlarla kucaklaşması, aynı samimiyeti insanlar arasında da sürdürmesi takdire şayan bir davranış. Aslında normal olan da bu değil mi?  Fakat aksi davranışlara o kadar alışmışız ki doğru davranışlar toplum olarak bize tuhaf gelmeye başladı.

Jülide Özçelik çoğunluğu Cem Tuncer düzenlemesi olan şarkılarından hatırımda kaldığı kadarıyla aşağıdaki şarkılarını söyledi:

  • Mecnunum Leylamı Gördüm
  • Kendinle Kalırsın
  • Kara Toprak
  • Yalan Dünya
  • Sebep
  • Anan Var Midur
  • Bugün Neden Gelmedin
  • Zaman
  • Hayat
  • Şu Yaltadan Taş Yükledim
  • Uzun İnce Bir Yoldayım
  • Eşitiz Eninde Sonunda
Benim favori şarkım Kendinle Kalırsın. Söz ve müzik kendisine ait. Dilerim diğer albümlerinde daha fazla Jülide Özçelik şarkısıyla karşılaşırız.

Ayrıca müzisyenler de teker teker harikaydılar. Piyanoda Ercüment Orkut, bas gitarda Efecan Tuncer, gitarda ismini yukarıda da andığımız Cem Tuncer ve davulda değerli arkadaşım Ediz Hafızoğlu'nun performansları mükemmeldi. Ediz Hafızoğlu'na konsere katılmamıza vesile olduğu için ayrıca teşekkür ediyoruz.