05 Temmuz 2010

Kore-Busan

Yeni bir hayata açılmış gemimizin kamarasında üçüncü gecemizdeyiz. Sevgili uyuyor bense gemiye katılışımıza kadar geçen zamanı düşünüyorum.

Türkiye’deki yoğun tempomuzun ardından 4 Ekim Pazar akşamı uçağımız Kore’nin Inchon kentine doğru yol aldı. Kırk beş dakika rötarla kalkan uçağımız 9,5 saat sonra şehre ulaştı. Bu şehri daha önceki seferimizde görme imkanımız olmuştu. Inchon’dan Busan’a gidecek uçağımız için bir süre havalimanında bekledik. Bir saatlik bir yolculuktan sonra Busan’a ulaştık.

Busan’da bizi karşılayan acentemiz ve kalacağımız otelin araçları yardımıyla 12 kişiden oluşan kadromuz akşam saatlerinde otele yerleşmiş oldu. Yemeğimizin ardından bulunduğumuz bölgede kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra otele dönüp hemen uyuduk. Busan’da kaldığımız süre boyunca yemeklerimizi otelde yedik. Yemekler Kore mutfağından esintiler taşıdığı gibi turistik bir otel olduğu için bizim damak tadımıza uyarlanmış biçimdeydi. Böylece ilk kez yengeçli ahtapot çorbası içtim. Yengeç dükkanlarındaki o korkunç görünümlerini düşünmeden yendiğinde fena bir lezzet değildi.



Yemeklerle ilgili bir sıkıntı yaşamamış olsak da şehir gezintimiz sırasında restoran ve sokak satıcılarından gelen kokulara zor tahammül ettik diyebilirim. Bizim mutfak kültürümüze çok uzak bir damak tatları olduğu kesin. Yine de ne yedikleri konusundaki merakıma engel olamıyorum. Bunca yemek muhabbetinin ardından biraz da şehirden ve insanlarından bahsedeyim. Şehir planlaması açısından oldukça güzel ve gelişmiş bir şehir burası.


 Çok sayıda gökdelen ve yüksek bina var. Buna rağmen itici ve kasvetli değil. Tam tersi düzenli ve modern bir görüntü hakim. Karşılaştığımız insanların büyük çoğunluğu İngilizce biliyor, bilmediğini söyleyenler de en azından birkaç kelime anlıyor. Çoğu güler yüzlü ve samimi. Kentte her yere yayılmış huzur ve güven duygusu var. Kısaca insanlar birbirlerine olan saygılarını yitirmemişler. Bu konuda beni en çok etkileyen olay, bir anasınıfı öğrencisini bırakmak üzere olan servis aracı önünde oldu. Araçtan önce bayan görevli indi ve çocuğun inmesine yardımcı oldu. İkisi aynı anda vücutlarının belden yukarı kısmını öne doğru eğip birbirlerini selamladılar ve ufaklık hızla evine doğru koştu. Bu olay çok kısa bir sürede gerçekleşti. Birbirlerini selamlarken yaptıkları hareket her ne kadar çok küçük ve önemsiz bir olaymış gibi görünse de bu tavır şehirdeki tüm insanların içine sinmiş gibi görünüyor.


Gemiye katılışımız hava muhalefeti nedeniyle mümkün olmayınca birkaç sabah valizlerimiz hazır bir vaziyette gidiş haberi için bekledik. İlk günlerimiz sabah kahvaltısı sonrası uyuyarak ve yemek yiyerek geçti. Böylece hem gemide yiyeceğimiz fırtınayı atlatmış olduk hem de yorgunluğumuzu attık ve saat farkına uyum sağlamamız kolaylaştı.


Bir akşamüzeri gezintimizde “şöyle bir tur otobüsü olsaydı da şehri gezseydik” derken birkaç adım sonra dileğimiz önümüzde belirdi. Biz de son tur saatine yetiştik. Çinlilerle birlikte bindiğimiz otobüste önce Pusan’daki Birleşmiş Milletler Anıt Mezarlığı’nı (Türkiye’de bildiğimiz sekliyle Kore şehitliğini) gördük. Girişte dikilen anıtı çevreleyen bayraklardan biri bizim bayrağımızdı. İçimiz bir tuhaf oldu, bilmedikleri uzak diyarlara gelip de sevgililerine, çocuklarına kavuşamadan şehit düşmüş askerlerimiz canlandı gözümüzde. Turun son otobüs saatinde olduğumuz için inip gezme imkanı bulamadık ama sanıyorum mekanın içinde de yürüsek aynı duyguları yaşayacaktık.


 






Busan sokaklarında gezerken yukarıdaki tabelaya denk geldik. Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Ali Müfit Gürtüna, Busan ile İstanbul arasındaki bağın daimi olmasıyla alakalı güzel dileklerini yollamış. Bunun üzerine araştırdık ki Busan ile İstanbul kardeş şehirlermiş.
Sonrasında içinde bizden bir yönetmenin de filminin olduğu film festivali alanının(International Pusan Film Festival) önünden geçtik. Şehitlerimiz nedeniyle vizesiz girebildiğimiz bu ülkeyi de insanlarını da sevdik. Her yerde Samsung ve LG mağazalarıyla karşılaştık. Uzun metro girişleri çarşılarını dolaştık.


Ve nihayet 9 Ekim Cuma günü gemimize bir bot yardımıyla ulaştık. Bir süre sonra demir aldık ve gemimiz sallanmaya başladı. Tepkisiz bir şaşkınlıkla sallantıya alıştığımı ve ne kadar çok olursa olsun denizin beni tutmadığını fark ettim. Sevgili makinesini gezerken ben de kamaramızı toparlayıp yerleştim. Nihayetinde gemimizi de kamaramızı da çok sevdik. Tıngır mıngır Japonya açıklarında yol alırken San Francisco’ya doğru uzanıyor rotamız, görünmeyen çizgisinde.

11 Ekim 2009 Pazar
Ebru

Hiç yorum yok: