14 Kasım 2010

Endonezya - Tanjung Pemancingan



Saatler önce kalktık Endonezya’dan. Bu limandan daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim çünkü bu bölgeye bir buçuk yıl kadar önce de gelmiştik. Bu kez daha fazla gezdik ve daha çok fotoğraf çektik. Aklımızda kalan dükkanların bir kısmının kapandığına bir kısmının aynı şekilde bizi beklediğine tanık olduk.

Kendine özgü etnik dokusuyla modern hayatın birbirine geçmeye çalıştığı bu yerde dolaşmaktan oldukça keyif aldık.








Geminin Endonezya’ya gelmesi, çok büyük bir ihtimalle limana yanaşmadan denizin ortasına demir atarak yük alıp boşaltması anlamına geliyor. Bu yüzden dışarıya çıkışlar gemiye gelen küçük bir bot sayesinde gerçekleşiyor.




Endonezya’da kış mevsimi yaşanmıyor. Her zaman sıcak ve nemli bir havası var. Sıcaktan kavrulurken bir de bakıyorsunuz şiddetli bir yağmur inivermiş. Gemiden karaya çıkışımız dalgalı bir deniz havasına denk geldi. Bu yüzden çıkabileceğimizden bile emin değildik. En fazla 6 kişinin sığabileceği bota dalgalar yüzünden zor binebildik. Bot, borda iskelesinin (gemi merdiveni) yanında bir türlü sabit kalamadığı için kendimizi botun içine attık desek daha doğru olur. Benzin kokusuna alışmaya çalışıp, dalgalar üzerinde hoplayarak ve sallanarak ilerlerken bir yandan da ıslanmamak için botun brandasına asıldık. Botun sürücüsü denizin ortasında benzin değiştirmek için motoru durdurup incecik yerlerden geçerek kıç kısmına ilerliyor, sonra yine dümenin başına geçiyor. Dümeni bırakıp ön tarafa atladığı sırada bot gitmeye devam ediyor. Sürücü duruma o kadar alışmış ki botun tepesinde istediği gibi rahatça geziniyor. Bu stresli yolculuk bir süre sonra dalgaların azalmasıyla eğlenceli hale gelmeye başlıyor. Bot hızlanınca, biz de daha sıkı tutunup etrafı seyretmeye koyuluyoruz.



Hemen hemen 45 dakika süren bu yolculuktan sonra ahşap kazıklar üzerine oturtulmuş, su üzerinde duran evlerin yanına yanaştık. Her an çökecekmiş gibi duran iskeleler küçük dar sokakları oluşturuyorlar. Ahşaptan yapılmış küçük ama karanlık görünen sevimli evler arasından normal bir sokağa çıkıyoruz. Bu kısımdan sonra evler kara parçası üzerindeler. Kapı önlerinde oturan kadınlar görüyoruz. Bu sokaktaki evler diğerlerinden daha lüks görünüyor. Sanırım bu bölgenin varoşları, bizdekinin tersine kıyılarda hayat sürüyor. İç kesimlerde yaşayanların maddi açıdan daha iyi oldukları göze çarpıyor.


Önce pasaport yerine geçen belgelerimizi alıp minibüs ya da taksi görevini gören küçük bir araca binerek daha önce de gördüğümüz, buranın alışveriş merkezi niteliğindeki mekâna götürülüyoruz.


Burası içeride, genelde bize hitap etmeyen giysilerin satıldığı, üst katında da kuyumcu denilebilecek dükkânların olduğu bir alan. Dışarıdan çok büyük görünmesine rağmen ikinci katı yarı dolu, en üst katıysa tamamen boş halde. Tek işimize yarayan, daha önce de korsan da olsa çok ucuza aldığımız PlayStation 2 oyunları.


Kapının önünde insanlara taksi hizmeti veren bisikletiler var. Pek çok insan motosiklet kullanıyor. Yaşlı teyzeler, amcalar genç kızlar… Hepsinde motosiklet var. O kadar alışmışlar ki arka koltukta oturan annelerin ellerinde bebekler, çocuklar var ve tabii ki kasksızlar. Buna rağmen pek kaza olduğunu da sanmıyorum, burası zaten küçük bir yer. İnsanların boyutları bizden daha küçük. Bayanların çoğunun yaşı tam anlaşılmıyor çünkü boyları ve kilolarıyla çocuk gibi görünüyorlar.




Her şeyi bulabileceğiniz pek çok dükkân var. Gerçekten de mağazadan çok bakkalı andırıyor bu dükkanlar. Kapıları yok, içerideki eşyalar yığın halinde, üzerleri biraz tozlanmış. Yine de isterseniz ürünlerde ünlü markalar bulmak mümkün. Örneğin biz çok ünlü bir markanın katı meyve sıkacağını aldık gemimiz için. Hem de Türkiye’deki fiyatının üçte birini ödeyerek…



Uzak Doğuda genelde yemek yiyecek bir yer bulamayız. Bölgede lokanta da görünmüyor zaten. Küçük camekânlı, sokak önlerinde bir şeyler satan yerler var. Ara sokaklarda dolaşırken yiyebileceğimizi düşündüğümüz bir şeyler görüyoruz. Normalde oturmak için mekânları yok ama satış yaptıkları mekânın arkasındaki sedire oturtuyorlar bizi. Aralarında İngilizce konuşan genç bayanın başı örtülü. Diğer bayanlarınki açık yani Müslümanlar. Bu bayanla yemek yerken sohbet ediyoruz. Burası pek turist alan bir bölge olmadığından sokakta yürürken bile insanlar bizimle ilgileniyor, selam veriyor ya da gözlerini üzerimizde kenetliyorlar. Çocuklar önümüzde dikiliyor, bizi inceleyip gülüyorlar. Yemek yediğimiz yer de bir süre sonra kalabalıklaşıyo ama bu rahatsız edici bir şey değil. Bir yandan da bizimle konuşan bayan bize sorular soruyor, yemeği ve Endonezya’yı beğenip beğenmediğimizi, neden burada olduğumuzu…


Güzel bir yemek ve sohbetten sonra veda ediyoruz. Bu bölgede değişik tiplerde pek çok cami var. Ara sokaklardan birinde de rengârenk yükselmiş bir Budist tapınağıyla karşılaşıyoruz ve içeriye giriyoruz. Bu tapınak gördüklerim arasında en güzellerden biri. İçeride tütsü yakıp mekânı inceliyoruz. Tüm kapılar açık, yanan mumlar ve tütsüler, harika biblolar ve heykeller arasında incelenecek pek çok şey var. Tek bir kimse bile yok içerde. Bahçeye çıkıp yukarıya doğru uzanan büyük merdivenleri tırmanıyoruz. Tepede bir feneri andıran tavanı yüksek daire biçimli bir tapınak daha var. Orada da Buda heykelleri ve tütsü yakılacak bir mekân mevcut.



Oradan çıkıp dinlenmek üzere bir kafeye giriyoruz. Bölgede bulunması zor mekanlardan biri burası. Çünkü bölgeye göre modern bir kafe, camekânla çevrili ön duvarları var. Oradan çıkıp markete gidiyoruz. Markette Çin’de bulamadığımız kalitede çikolatalar buluyoruz. Üstelik bakım ürünleri, kremler Unilever markasının ürünleri görüyoruz, çok da ucuzlar. Alışverişimizi yapıp dönüş yoluna geçiyoruz. Kıyı bölgesindeki mahallede evlerin altındaki çekilmiş su, artık geri gelmiş. Sabah çamura bulanmış yerler, akşamüzeri su ile kaplanmış. Üzerinde yürüdüğümüz bu iskele bolca aralıklı, hem de pek güvenli değil ama küçük çocuklar etrafta gezinip oynuyorlar. Nasıl düşmediklerini ve anne babaların güven duyduklarını merak ederek yürüyorum.



Bota bineceğimiz yerde minik bir bakkal var. İçinde pijamalarını giymiş bir teyze var. Aynı zamanda burası muhtemelen onun evi, çünkü dükkânın arkası ev ve bulunduğu yerde oraya açılan bir kapı var. Bakkalın önünde oturmuş botu beklerken, ufuk çizgisinin üzerinde güneşin yeni battığını gösteren renklere bakıyorum. Deniz bir havuz gibi sıcak ve sakin görünüyor. Keyifli bir huzur hissediyorum. Burada bir süre kalabileceğimi düşünüyorum. Yine de bu evlerin duruşları bana pek güven vermiyor.

Bir süre sonra botumuz geliyor ve geldiğimiz gibi beş kişi bota biniyoruz. Bu sefer sürücümüz farklı. Karanlıkta şapkalarımızı tutarak süratle yaptığımız yolculuk çok huzurlu ve eğlenceli geliyor bana. Uzun süre inmek istemiyorum. Kırk beş dakika sonra gemiye yaklaşıyoruz ve sallantı olmadığı için gayet rahat çıkıyoruz borda iskelesine. Alışveriş çantamız sırtımızda ve gemimizi yani evimizi özlemiş olarak…

Ebru

Yazım Tarihi: 14.10.2010

Hiç yorum yok: