26 Aralık 2010

Çin - Lianyungang

Pek çok kez Çin’in farklı şehirlerini gezmiş olduğumuz halde, fark ettim ki blogda Çin’le ilgi pek bir şey yazmamışım. Çin’e ilk adım atışım, tam iki yıl önce bu zamanlarda Zhanjiang şehriyle başlamıştı. Yurt dışına çıkmadan önce en çok merak ettiğim ülkelerden biriydi burası. İlk gözlemlerim, tahminimden çok daha gelişmiş bir memleket olduğuydu.

Şuan Çin’in Lianyungang’ındayız. Bu şehre üçüncü gelişim ama topraklarına ikinci kez ayak basışım. Kısa bir süre önce gemi ile limanına yanaşıp üç gün kaldığımız şehirde gemiden dışarıya çıkmamıza izin verilmemişti. Sözde; bir süre önce bu bölgeye gelen bir Tük gemisi mürettebatından biri, şehirde olay çıkardığı için daha sonra bu limana yanaşan diğer Türk gemi personelleri için çıkış izni vermeme kararı alınmıştı. Bu gelişimizde ise böyle bir sorunla karşılaşmadık. Yeni bir yıla girmeye hazırlandığımız şu günlerde Çin’de de yılbaşı telaşı var. İlk eklediğim bu fotoğraf, hem bonsaileri hem de yılbaşı ağaçlarını seven Özlem için…



İlk gecemizde, daha önce de gezmiş olduğumuz limana yakın yerleşimi gezdik. Burası pek çok Çin limanı gibi şehirleşme ve modernleşmenin gözle görülür olduğu bir bölge. Sokak satıcıları, bilindik marketleri ve binalarıyla her yeri birbirine benzeyen bu yerde hayat, önceki gelişlerimize oranla sanki biraz daha pahalanmış. Sık sık teknoloji aletleri satan dükkanlara rastlıyoruz. Bu teknoloji mağazaları, geniş bir kat içinde birbirinden tezgahlarla ayrılmış dükkanlardan oluşuyor. Giriş katında genelde elektronik aletlerin, üst katındaysa tekstil ürünlerinin satıldığı bu kapalı alış veriş merkezleri birbirlerinin neredeyse kopyaları ki bizim gözümüzde insanlar da birbirine benzediği için bir süre sonra hep aynı yerden geçiyormuşuz izlenimine kapılıyoruz. Sonra fark ediyoruz; bazen gerçekten de aynı yerden geçiyoruz sırf bu yüzden. Çin’in bu dükkanlarında her şeyin orijinalleriyle beraber taklitleri var. Hatta ünlü markaların henüz üretmediği telefon modellerine bile rastlamak mümkün. Televizyon izlemeyi çok sevdiklerinden midir bilemiyorum, imitasyon telefonların çoğunda televizyon eklentisi var.




Kışları oldukça soğuk olan bu ülkede, bu tip mağazalarda genel ısıtmaya pek rastlamadık. Hatta hiç rastlamadık ama hepsini gezmediğimiz için “hiç” yerine “pek” kullanmayı daha uygun buldum. İç mekanlardaki bu soğuk hava dalgası yüzünden, mağazalardaki satıcılar montlarıyla dolaşıyorlar. Bu nedenle yukarıdaki fotoğraf karesinde garip bir görünüm sergiliyor insanlar.

Bu keskin soğuk hava ve mekanların buzhaneyi andırması yüzünden olsa gerek, çok yaratıcı bulduğum, bizim için biraz absürt ve küçük fikirleri hayatlarına dahil etmişler. Örneğin mağazaların büyük kapı girişleri bir kat kalın branda, bir kat da plastik örtülerle kapatılıyor. Soğuktan ziyade rüzgarı önlemek için konuluyorlar sanırım. Bazı mağazaların önleri de tamamen şeffaf muşamba kaplama ekstra bir bölme yapılmış.




İkinci olarak, bazı satıcıların ayaklarının altında ısıtıcı gibi aletlerden çok, benim muhteşem bir keşif olduğunu düşündüğüm, şarjlı buyot torbaları bulunuyor. Aslında üzerinde “Rechargeable” yazsa da, buyot torbalarının basit bir sistemi var. Sıcak su torbalarının açılamayan ve içlerinde bir elektrik ısıtıcısı olanını düşünün. Soketine bağlanan kabloyu prize takıp beş dakika bekledikten sonra içindeki su ısınıyor ve kendiliğinden elektrik bağlantısını kesiyor. Tıpkı bir kethil gibi. Bu da sizi su ısıtıp buyot torbasının içine aktarma derdinden kurtarıyor.

Farklı desen ve boyutlardaki bu buyot torbalarının boyuna asmak için sert malzemeden tapılmış olanları da var. Böylece yolda yürürken de montunuzun içinde sizi ısıtan doğal bir alet oluyor. Yolda yürüyen iki arkadaşın elinde buyot torbası olması gayet doğal geliyor bir süre sonra gözümüze. Hatta ben içimdeki içliğe ve lahana gibi giyinmiş olmama rağmen o kadar çok üşüyorum ki sıcak su torbalarımızı cebimizde taşımaya başlayıp kendimizi neredeyse Çinli gibi hissettiğimizde ısınabiliyorum ancak. Daha önceki gelişimizde bunlardan birkaç adat almış ve bolca faydasını da görmüştük, çok da memnun kaldık. İlgilenenler için İstanbul Eminönü’ndeki Şark Handa Çinlilerin satış yaptığı dükkanlarda nadir de olsa, şarjlı buyot torbalarından bulmak mümkün.



Akşam saatlerinde donmadan yürümeye çalıştığımız sırada dizi dizi dizilmiş sokak satıcılarının böyle bir soğukta saatlerce aynı yerde nasıl sabit kalabildiklerine şaşıyoruz. Bir tezgahta gördüğümüz plastik poşete benzer şeyin ne olduğunu satıcı bize işaretlerle anlatıyor. Bu şey kullan at ısıtmalık gibi bir şey ama yine de nasıl aktif edildiğine dair bir fikir oluşmuyor kafamızda. Tek anladığımız, bir şekilde ısıtılıp kazak ya da atletin içine koyularak bedenin ısısını koruyan bir şey olduğu. Bu anlamadığım şeyi anlatmaya çalışmamın sebebi, gerçekten de çok soğuk havalarda zor şartlarda çalışan insanların ısınmak için garip ve ucuz aletler üretmiş olmaları.

Üçüncü olarak iyi bir fotoğraf alamadığım yine de yayınlayacağım pofuduk terliğe benzeyen ama bir ucundan bilgisayara USB kablo gibi bağlanan ayak ısıtma cihazları. Daha doğrusu iki ayağın birden içine sokularak bilgisayardan kendini şarj edip ısıtma sağlayan garip bir alet.


Bununla da bitmedi. En güzelini en sona sakladım. Dördüncü sırada yine soğuk ortamlar için tasarlanmış bilgisayar için fare altlığı(mouse pad) var. Farenin üzerinde uzun süre sabit kalıp da üşümesin diye, alt fotoğraftaki gibi elinizi içine sokup fareyi öyle kullanıyorsunuz. Anlayacağınız benim gibi kansız insanlar için muhteşem tasarımlar ama yine de yaşamayı pek düşünemediğim kadar soğuk bir ülke. Ayrıca insanlar her yerde montlarıyla dolaşmaya çok alışmışlar herhalde diye düşündürecek bir manzara da alttaki fotoğrafta. Yemek yediğimiz fast food gayet sıcak bir ortam ama insanlar uzun süre oturdukları halde montlarını çıkarmamakta ısrarlı, bir çalışanı ise kısa kollu görüyoruz.




Sıralamaya sokmayacağım ama bu saydıklarıma benzer diğer ayrıntıları da kısaca eklemek istiyorum. Girdiğimiz her mekanda herkese göre, içi yünlü ve gayet sıkı yani likralı rengarenk içlikler satılıyor. Bir de babaanne pijamalarını andıran desenli elyaf kumaşlardan dikilmiş iki parçadan oluşan kalın pijamalar var. Aslında pijama olduğu çok bariz ama biri sokakta biri büyük bir markette gezinen iki ayrı genç bayanı bu takım giysilerle dolaşırken gördüğümüz için belki de pijama oldukları konusunda yanılıyoruzdur. Yine de pek bir sevimliydiler. Bakmaktan fotoğraf çekememişim herhalde ki desenleri pek can alıcı olmasa da çekebildiğim kadarını yayınlayayım.

Her bölgede, özellikle satıcılarda gördüğüm kollukları da eklemeden geçmeyeyim. Be bu kollukları çok sevdim, zaten gözüme de pek yabancı değil. Anemin yaz aylarında namaz kılmadan önce taktığı kolluklara benziyor. Bu tip icatların kaynağı bizde tembellikten geliyor galiba. Çin’de bu kolluklar tozluk niyetine kullanılıyor. Her mekanda montlarıyla ikamet ettiklerinden, kolların eşyalara ve tozlu yerlere en çok sürtünen kısımları kirlenmesin diye takıyorlar bunları. İki ucuna lastik geçirilerek birleştirilmiş, dikimi basit bu kolluklardan, pek çok desende ve kumaş tipinde her yerde bulmak mümkün. Ayrıca bazı marketlerin elemanlarında İspanyol paça tozluklar görmüştüm. Çin için tozlu ve soğuk mu demiş oldum acaba?



Bu yazıyı yazarken, belki de tüm anlattıklarım yurdumda da yankı bulmuştur da ben haberdar değilimdir. Dünya; tüketim, ihracat ve Çin mallarında öyle bir halde ki, yurt dışında gördüğümüz bir şeyin çok büyük bir hızla yurda girmiş olduğuna tanık oluyoruz. Bu iyi midir kötü müdür bilemiyorum ama iyi bir şey olmasını umuyorum. Ayrıca eğitimimin getirisinden olsa gerek, bu yazı gezi yazısından çok tekstil ve moda içerikli bir yazıya dönüşmeye başladı. Keskin bir viraj alarak devam edeyim.

Bu şehir turumuzun dönüş yolunda bir taksi çevirip gideceğimiz yerin adını söylüyoruz binmeden önce. Taksici söylediğimizi anladığını işaret ederek gideceği yönden gayet emin, bizi taksisine alıyor. Yine de ısrar edip birkaç kez tekrarlıyoruz gideceğimiz yerin ismini, o da gülüyor “tamam anladık canım” der gibi. Halbuki her zaman bindiğimiz yerin tabelasının fotoğrafını çekeriz ama bu sefer çekmemişiz işte. Beş dakikada ulaşacağımız yerin yolları bir anda değişmeye başlayınca taksiyi zorla durdurup geri döndürüyoruz. Adam birilerine telefon edip söyleniyor, aklınca hala kendisinin haklı olduğunu anlatmaya çalışıyor ama gideceğimiz bölgenin ışıklarını gördüğümüz bir yere gelene kadar da susmuyor. Işıkları ona inatla gösterdikten sonra sus pus olarak tarif ettiğimiz şekilde bizi gideceğimiz yere götürüyor. Tabi bu sırada beş dakikalık yol yarım saate çıkmış oluyor.  

İkinci gün başka bir taksiye binerek Lianyungang şehir merkezine gitmeye karar veriyoruz. Çin’de insanlarla anlaşmak gerçekten çok zor. İngilizce bilen birine çok sık rastlanmıyor, özellikle şuanda bizim bulunduğumuz gibi turistik olmayan bir bölgedeyseniz derdinizi anlatacak birilerini bulmak güç. Beden diliyle anlatmak ise çok daha zor, çünkü hem el işaretleri bizden farklı hem de öğrenmek istediğiniz şeyi anlatan aletler gösterseniz de resimlerini de çizseniz ne anlattığınıza dair ihtimalleri anlayacak pratik zekaya sahip değiller. Bunu bu kadar katı ve kesin bir dille ifade etmiş olmamın sebebi bununla ilgili pek çok olay yaşamış olmamız. Bu sebeplerden ötürü, taksiye binmeden evvel gideceğimiz bölgenin ismini İngilizce bilen birine kendi dillerinde not ettirip notu da yanımıza alıyoruz. Taksici yazıyı okuduğu halde bizi, birkaç dükkanın olduğu izbe bir yere götürüyor. Yazılan ve söylediğimiz yerin burası olduğunu iddia ediyor. Taksiyi tekrar geriye döndürüp yakındaki yerleşim birimine götürtüyoruz kendimizi. Orada büyük bir otele uğrayarak resepsiyondaki görevliden daha ayrıntılı bilgi vermesini istiyoruz. Tekrar taksiye biniyoruz ve bu sefer sorunsuzca gidiyoruz istediğimiz yere. Bu taksici diyaloglarında(monolog demek daha doğru aslında) başka bir arkadaşımızın aktardığına göre, gidilecek yerin Çince yazılı olduğu kağıdı alıp Çince cevap yazanlar bile var. Yani “konuşamıyorum ama okuyup yazabiliyorum” demek istiyor herhalde diye düşünüyor taksici.

Lianyungang şehir merkezi, alabildiğine yüksek binaların olduğu, sokaklarında markalı giysiler satan dükkanların sıralandığı bir yer. Burada da birkaç Mall dolaşıp sokaklarını arşınlıyoruz. Aylardan Aralık olduğundan dışarıda, saat ilerledikçe daha da keskinleşen bir soğuk var. Çin’in bu bölgeye göre daha kuzeyinde kalan kısımlarının karlı zamanlarına şahit olduğumuz için bu havanın Çin için çok soğuk olmadığının da farkındayız. Ben yine de üşümeye başlıyorum. Bahsettiğim sıkı içlikler, dışı ince çoraba benzetilmiş içleri yünlü çoraplar ve taytlar yine çıkıyor karşımıza. Son dönemlerde Türkiye’de de çokça bulunan kulaklıklardan da bolca mevcut. Buna rağmen çevredeki insanlar için çok soğuk olmasa gerek, çünkü bizim gibi şapkalı ya da atkılı insan sayısı çok az. Bir kısmının yüzünde hastane maskelerini andıran korumalar var sadece.

Dışarıda yeterince dolaştığımızı düşünüp üşümeye başladığımız an, kahve içip oturacağımız bir mekan arayışına giriyoruz. Trafiğe kapatılmış ışıklı ve cafcaflı sokak aralarında bile böyle bir mekana rastlamıyoruz. Bulduğumuz birkaç pastanenin ya oturacak kısmı yok ya da olan tek masası da dolu. Çin’de geleneksel lokantalarının dışında çok fazla sokak satıcısı var. Pek çok insan bu seyyar tezgahların başına toplanmış çoğunun ne olduğunu anlamadığımız yiyecekleri atıştırıyorlar. Bu ülkedeki herkes zayıf, herkesin düz ve koyu renk saçları var. Onları incelerken kendi ülkemizi düşünüyorum. Memleketimizde her ulusa benzeyen çeşitli tipte insan var. Bu bakımdan Çin gibi sıkıcı bir ülke değil. Şöyle de bir şey var ki, zayıflıkları da irsiyetten çok beslenme şekillerinden kaynaklanıyor olsa gerek. Her yiyeceklerinin içinde şekerli bir tat var ve porsiyonlar küçük. Acılı yiyeceklerinin içinde bile şekerli bir tat var. Muhtemelen bu yiyecekler kan şekerine etki edip daha çabuk doymuşluk sağlıyor. Elbette diğer beslenme faktörleri de buna eşlik ediyordur.




Bu uzun turumuzun ardından, çok iyi bildiğimiz bir fast food restoranının logosunu görünce hiç olamayacağımız kadar mutlu oluyoruz çünkü kahve içecek bir tek orası var. Tekrar bir taksiye atlayıp daha küçük kasabaya döndüğümüzde burada oturup sohbet edebileceğimiz, kahvemizi içip internete girebileceğimiz çok hoş bir mekan buluyoruz. Bir otel restoranı olan bu yerde, güzelce eğleşmemizin ardından taksiye atlayıp bu sefer olaysızca geri dönmeden önce burada içtiklerimden de kısaca bahsedeyim. Masamıza oturduğumuz ilk anda önümüze limonlu sıcak su servis ediliyor. Dışarının soğuğunu üzerimizden atamadığımız için normalde tüm Çin halkı olarak rejimdeymişiz hissimi yenden hissettirecek bu uygulamaya pek bir mutlu oluyorum. Sonra menüden Rose Lady adında bir kahveyi denemek üzere seçiyorum. Bir süre sonra önüme cam bir demlik içine salınmış ne olduğunu anlamadığım bir şey geliyor. Kahve olmadığı belli ama içinde tarçın tadı olduğunu sandığım bu şeffaf sıcak suyun tadından hoşlanınca ben de istifimi bozmuyorum. Küçücük cam fincandaki sıcak su, bol su içmeyi bir türlü alıştıramadığım bünyemde “bugün bayram” etkisi yaratmış olsa gerek. Derken garsonlardan biri önümdekinin Gül Çayı olduğunu fark ediyor ve özür dileyerek hemen değiştiriyorlar. Ben mutluydum aslında ama bir de kahvenin tadına bakmak fena fikir değil. Derken “lady”lere layık güllü fincanda köpüklü bir kahve geliyor. Gül tadını da hiç sevmem aslında, bunu hangi akla hizmet istedim kim bilir. Köpüğün üzerinde de gül sosu ve mink gül yaprakları var. Doğrusu bir gül kahveye yakışsın hayret! Gayet de güzel olmuş.




Çin’e ilk geldiğimde bu insanların güler yüzlü ve sempatik olduklarını düşünmüştüm. Büyük mağazaların içindeki insanlar pek profesyonel görünmüyorlardı. Bir mağazaya girdiğimizde yüzümüze bakıp gülüşen genç kızlar, saçlarını jöleyle diken diken etmiş delikanlılar… kendi ülkemizde de sıkça rastladığımız giyinişlerinin modernliği altında çok da gelişememiş bir sığlığı taşıyor gibiydiler. Türkiye’de olduğu gibi yerel dükkanlarda ya da sokak satıcılarında satılan ürünler bire beş katarak pazarlığa oldukça açık satılıyorlar ya da sadece turistler için ayrı bir fiyat uygulaması yapıyorlar. Fakat en küçük bir blöfünüzde söylediğiniz fiyata razı oluyorlar.

İki yıl aradan sonra binalar biraz daha büyümüş ve insanların tutumu da değişmiş, sanki biraz daha uyanık ve somurtkan hale gelmişler. Sorduğumuz soruya kendi dillerini bilmediğinizin farkında oldukları halde ısrarla Çince bir şeyler anlatıyorlar. Son yıllarda ülke olarak vize kısıtlamaları ve de farklı prosedürler uygulamaya başladılar. Her ülkede geçen kredi kartımızı bu şehirdeki büyük marketlerde bile kullanamıyoruz. Belki bu tür fikirlere kapılmamızın sebebi bölge farklılıkları ya da ilk gelişlerimizdeki etnik kültüre duyduğumuz merakı üzerimizden atmış olmamızdır. Nihayetinde Çin ekonomisinde de hızlı bir büyüme hakim. Bu durum pek çok şeyi etkileyebilir.

Çin kültüründeki damak tadının bize çok farklı olduğunu bilmeyen yoktur. Sokak aralarında satılan kurbağalar, sert kısımları çıkarılmış kaplumbağalar vs. gibi, bizim ancak zor durumda kaldığımız zaman yemeği tercih edeceğimiz türde hayvanları onlar normal hayatlarında tercih ediyorlar. Burada, bizdeki midye dolma misali ulu orta satılan suşinin, kendi kültüründe olmayan ülkelerde çok özel bir yiyecek olarak satılmasına da ben pek anlam veremiyorum doğrusu. Çin’de insanların köpek yediklerine dair pek çok şey duyduğum için bunu da sorduk Çinlilerden birine. Köpek yemek sadece çok nadir köy bucak gibi bölgelere has bir olaymış. Yani herkes köpek yemiyormuş ama böyle bir şey de varmış.  Anladığım kadarıyla, yiyecekler konusunda pek bir önyargısızlar. Aşağıdaki fotoğrafta da sokak ortasına bir amaçla koyulmuş etleri görüyoruz, belki de kurutmak içindir.




Çin’de masaj uygulamaları çok yaygın, önceki gelişlerimizden birinde sırt masajı yaptırmıştık. Bu konuda gerçekten başarılılar. Bir de pek çok yerde etamin satan dükkanlar var. Bizdeki gibi omzunda testi olan kız deseninden oluşmuyor sadece. Çok çeşitli desenlerde ve farklı işleme uygulamaları olan etaminler bulmak mümkün. Bir tablo kadar hoş desenler de var içlerinde. Bunlardan bir tane almıştım daha önceki gelişimde ama bir desende on beş renk skalasında birbirine yakın tonları takip ederek doğru işlemeye devam etmek çok zor. Birbirine dokununca yıkılmaya başlayan domino taşları gibi tek bir yanlış ardından gelen her ilmeği bozuveriyor. Birkaç ay sabırla devam ettim ama bir yerden sonra başka bir bahara erteledim. Bitirirsem güzel bir at figürüm olacak. Hadi hayırlısı.

Dışarıya çıkışımızın son günü, Teknik Müdürümüzün yemek davetine katıldık. Açlığımızı bastıramayacağımızdan korkarak yemeğe cesaret edemediğimiz, ucundan köşesinden küçük aperatiflerle tanıdığımız Çin mutfağına tam bir dalış yapmış olduk böylece. Bölgedeki dükkanlardan ayrıksı duran restoranların yer aldığı bir binada hoş bir mekana oturduk. Restoranın ikinci katı tek masalı özel odalardan oluşuyordu. Bu odaların birinde altı kişi yedik yemeğimizi. Yemekte hepimizin Türk olmasının avantajlarını da gördük tabi. Hepimiz aynı lezzetlere hemen hemen aynı eleştirileri yapıp, neyi nasıl yiyeceğimiz konusunda daha bir rahat davrandık. Diğer mekanlardaki gibi önce minik porselen bardaklara sıcak suyumuz servis edildi. Daha sora yemekler masanın ortasına büyük servis tabaklarında yemekler geldi. Bizdeki gibi tabaklarımıza değildi servis. Yeşillik ve deniz ürünleri ağırlıklı yiyecekleri masanın ortasından seçe seçe, döndüre döndüre yedik. Bazıları tahmin ettiğimden ve görünüşlerinden daha lezzetliydiler. Hiçbirini yemekte zorlanmadık diyebilirim ama bir Çin yemeği yemek bizim insanımız için çok doyurucu değil. Üstelik yemesi daha zahmetli olduğundan biraz daha yavaş yenmesi gerekiyor, aslında benim beslenme anlayışıma çok uygun bir beslenme ama masamızdakilerin çoğu eminim ki bu porsiyonlarla doymadılar. Karides, kalamar, bakla, mantar çorbası, ne olduğunu anlayamadığımız şeffaf içerikli tadı hoş olan çorba benzeri bir yemek, birbirlerine benzeyen ama tadı farklı yeşillikler, baharatlı bir yiyecek tadındaki midyelerden oluşan zengin içerikli yemeğimiz, benim için hem hafif hem de ilk kez tadıyor olduğumdan eğlenceli bir yemekti. Eğer bu yazıyı okuyorsa, keyifli bir grupla yediğimiz bu yemek için Serdar Bey’e buradan da teşekkürlerimi sunmak isterim. Fotoğraf makinemi unuttuğum için çok iyi fotoğraflar alamadık ama olduğu kadarını buraya ekliyorum.





Yemeğin ardından büyük bir otele girip bir şeyler içiyoruz. Kimsecikler yok, sadece buraya iş için gelmiş ve konuşmasına bakılırsa biraz sıkılmış, konuşacak bir şeyler arayan Alman bir iş adamından baka pek kimseyi göremiyoruz mekanda. Hava önceki günlere göre çok soğuk değil ama vücut sıcaklığımızı korumak üzere kahve söylüyoruz. Barmaid bizim için çok hoş bir filtre kahve hazırlıyor. Uzun bir sohbetin ardından artık öğrendiğimiz yollar üzerinden taksiciyle anlaşmazlık yaşamadan dönüyoruz geldiğimiz yere.



Çin’deki Lianyungang’a birkaç kez gelmemiz haricinde; Yantai, Zhanjiang, Laizhou, Zhoushan şehirlerini dolaştık. Bu bölgeler tahminimce pek turistik değiller. İçlerinden en güzeli Yantai şehriydi. Yantai duman kalesi anlamına geliyormuş ve şarabıyla da oldukça meşhurmuş. Bunun dışında insanların giyim kuşamlarından bölgenin hayat standardını anlamak mümkün. İçlerinden en modern görünen şehir de Yantai idi. Geçen yıl bu zamanların Yantai sokak modasını da bir fotoğrafla belirteyim:



Uzakdoğulu bebeklerin çok sevimli olduklarını da eklemeden geçemeyeceğim. Pek fotoğraflama imkanımız olmadı ama hepsi de birbirinden sevimli. Her bölgede akşamları kurulan sokak pazarları var. Bir de sokak tezgahlarında satılan kestanelerin tadı harika. Bizdeki gibi küçücük bir keseye olmayacak fiyatlar da ödemek gerekmiyor. Ne olduğunu anlamadığımız büyük taneler halinde bir baharata benzeyen siyah bir madde, kestaneye tatlımsı bir tat veriyor.





Çin’e gidecek olanlar için kim bilir belki de başka bir şey için de lazım olur diyerek, kahvesini içtiğimiz Mingzhu Seaview Hotel’den almış olduğumuz kartın üzerindeki Çin’ce birkaç cümleyi de blogumuza eklemiş olalım:

Merhaba:                   Ni Hao
Gidiyorum:                Wo Qu
Please use the meter:  Quing Da Biao
Lütfen sağa dön:        You Zhuan
Lütfen sola dön:         Zuo Zhuan
Düz git:                     Zhi Zou
Lütfen burada dur:     Ting Che
Fatura Lütfen:            Fa Piao
Teşekkür ederim:       Xie Xie
Hoşça kal:                 Zai Jian

Ebru
Yazım Tarihi:  11/15 Aralık 2010

2 yorum:

Adsız dedi ki...

hey bu gezilere yaptığım katkılardan hiç bahsedilmemiş :)

Adsız dedi ki...

"Sevgili Süvaribeyciğim Metehan Kaptancığım,

Sizden izin almadığım için bu yazının içinde özellikle kullanmadım isminizi.
Çin'in Lianyungang şehrinde gezerken neredeyse tüm gördüklerimizde ve yaptıklarımızda birlikteydik. Gözlemleri de birlikte yaptık. Yazıda sürekli "biz" diye bahsetmemin nedeni de sizi kendimizden görerek bizden saymamdır.

Yazıda kullanmadığım isminizi, gemiden ayrıldığımızdan beri o kadar sık telaffuz ettim ki, sık sık kulaklarınız çınlıyorsa benim ve bizim yüzümüzdendir.

Sahi unuttum, ben size küsmüştüm de zaten :(
Bunun sebebi; şimdi yanımızda bulunmamanızdan ziyade, bize varlığınızı gösterip de yerinize başka birini koyamamak kıvamına getirmenizden ötürüdür.

Küsmüş olduğum şakası bir tarafa, size olan teşekkür; bir ülkenin şehrinde birlikte gezip katkılarınızla bizi mutlu etmeniz bir yana birlikte geçen 4 aylık sürede tüm yaşanılanlar ve sizinle aldığımız keyif içindir.

Selametler diler ve yine de kara hayatı dışında, tekrar karşılaşmak umudunu içimde taşıdığımı belirtmek isterim :)

Ebru"