12 Aralık 2010

Hindistan - Goa

Hindistan Yavaştan Kendini Sevdirir mi?

İşte yine Hindistan’dayız, fakat bambaşka bir Hindistan. Daha önce bu ülkenin Haldia ve Paradip şehirlerini gezmiştik. Bu iki şehir, oldukça fakirdi ve gezilip görülecek pek bir yer yoktu. Oysa Goa, bu iki şehrin yanında oldukça gelişmiş. Giyecekten teknoloji aletlerine dek aradıklarınızı bulmak, bir otelin kafeteryasında kahve içebilmek, bazı mekanlarda yemek yiyebilmek mümkün.

Goa, bir zamanlar Portekiz sömürgesiymiş. Bu nedenle yol üzerinde kiliselere rastlıyoruz. Burası öyle garip bir memleket ki, içinde onlarca dil konuşuluyor, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı, Budist’i ve bilmediğimiz pek çok dine mensup insan bir arada yaşıyor.

Bir denizci için Hindistan’a gelmek küçük bir kâbustur. Denizcilerin hiçbiri bu ülkeye gelmekten hoşnut olmaz. Burada geminin ne kadar kalacağı, yükleme ya da tahliyenin ne zaman biteceği belirsizdir. Profesyonellikten çok uzak bir iş akışı olmakla beraber, uzun zamandır seferde olan bu insanlar limandaki dışarıya çıkışlarda aradıklarını bulamaz. Bunun gibi pek çok nedenle Hindistan’ı sevmezler. Biz de dışarıya çıkacağımız ilk sabah botun habersiz bir şekilde gelememesi yüzünden ikinci günü bekledik.





İkinci gün gemiye gelen bir botla, bir saat kadar süren yolculuktan sonra minibüsü andıran bir taksiyle, liman bölgesi olan Vasco De Gama’ya vardık.


Burası, küçük dükkanların, kumaşçıların, sokak satıcılarının olduğu bir yer. Önce, el yapımı süs eşyalarının satıldığı bir mekandan para bozdurup sonra da sokaklarda küçük bir tur atıyoruz. Bir süre sonra Hindistan sokaklarının klasik kötü kokusu burnumuzu sızlatmaya başlıyor. Yol üzerinde muz satıcıları, hindistancevizi ve suyunu satan kadınlar var. Renkleri solmuş reklam tabelaları kim bilir ne zamandır duruyor bu dükkanların üzerinde?




Köşe başında camekansız bir kasap tozlu bir mekanda satış yapıyor. Her yerde motosikletler var. Dükkanlardan bazılarına girip içlerinde dolaşıyoruz. Çin pazarı gibi her şeyin üst üste yığılı olduğu dükkanlar bunlar. Yine de çoğunun duvarının bir köşesinde küçük ayin köşeleri asılmış. Heykel ve tütsülerle süsledikleri bu küçük kutular çok güzel görünüyor. En çok dikkatimi çeken şey bu kutular. Başka bir dükkanda Müslüman olduklarını anlayacağımız şekilde Arapça ayetler aslı. İnsanların bir kısmı sokaklarda çıplak ayakla dolaşıyorlar. İşte bu da bir Hint kasabı:




Tavuk ve horozların satıldığı bu mekanın önünde öyle büyük bir horoz geziniyor ki, kapıların önünde durduğunda insanlar yanından geçemiyorlar, pek bir rahat gerine gerine dolaşıyor ortalıkta. Bir başkası da pazarda muz satan bir kadının tezgahında, ne sebeple orada olduğunu bilir gibi sakin beklemede…




Minik bir davul satan bir adam geliyor yanımıza, davulun üzerinde parmaklarını gezdirerek değişik sesler çıkarıyor, ürününün marifetlerini gösteriyor. Sonra iki küçük kız geliyor yanımıza, fotoğraflarını çekip onlara gösteriyorum. Birazdan diğer bölgelerde olduğu gibi açıyorlar avuçlarını dilenmeye başlıyorlar.

Ardından şehir merkezine doğru aynı araçla yola çıkıyoruz. Yol boyunca göletleri, otlayan kutsal inekleri, ve evleri izleyerek şehir merkezine varıyoruz. Burada da tıpkı İngiltere, Japonya, Endonezya ve Hindistan’da olduğu gibi araçlarda direksiyon sağda. Zaten karışık olan trafiğe bir de bu eklenince karşıdan karşıya geçmek için daha büyük bir çaba sarf etmemiz gerekiyor. Araçlar yayaya yol vermediği için atılıyoruz önlerine.




Merkez oldukça canlı. Vasco De Gama’da açıkta kasaplar, tavuk satan dükkanlar vardı, buradaysa o dükkanların yerini camekanlı, klimalı mekanlar alıyor. Yol üzerinde gördüğümüz kiliseyi gezmek için zamanımız olmuyor ama karşıdan çok haşmetli bir hali var. Bu bölgede ünlü markaların mağazaları ve tanıdık restoranlar da bulmak mümkün. Aslında Goa’nın plajı buraya 20dk mesafedeymiş. Daha fazla turist varmış ve plaj boyunca canlı restoranlarıyla çok güzelmiş ama bizim bunun için vaktimiz yok.

Kadınlar yine yollarda çok ucuza muz, hindistancevizi, papaya gibi meyveler satıyorlar. Bu bölgede kadınların çoğunda yöresel giysiler varsa da bize yakın giyinişli insanlar da görüyoruz.

Burada daha önce görmediğimiz triportör taksiler var. Taşıma ücretleri gayet ucuz ama aynı mesafeye her seferinde farklı fiyatlar söylüyorlar. O yüzden taksilere binmeden önce gideceğiniz yerin ne kadar tutacağını sormak gerekiyor çünkü fazla ücretler almaya çok müsaitler. Hatta bu dükkanlar için de geçerli, söyledikleri fiyatları pazarlıkla düşürmek gerekiyor. Bu taksiler çok sevimliler. İki kişinin sığacağı kadar küçük ve dar koltukları var. Onun içindeyken etnik bir yolculuğa çıktığımız hissini tekrar yakalıyoruz. Hatta bazılarında taksimetre bile var.




Bu taksileri kullanarak bildiğimiz bir restorana gidiyoruz. Aslında bazı bloglardan bu bölgedeki otellerdeki yemeklerin oldukça güzel ve ucuz olduklarını okudum ama o kadar açız ki deneyerek aç kalmayı göze alamıyoruz. Restoran çok kalabalık ama bir süre sonra açlık hissimizden kurtulup yeniden yollara koyuluyoruz. Başka bir taksiyle geldiğimiz yere geri dönüp sokak aralarına dalıyoruz.



Burası kajunun da memleketi ama bu bölgedeki turist akımı yüzünden olsa gerek diğer bölgelere oranla daha pahalıya satılıyor. Yollarda turistlerle karşılaşıyoruz. Bir süre gezdikten sonra sıra gemi için market alışverişine geliyor ve bize tarif edilen yere gidiyoruz. Burası marketten çok meyve haline benziyor. İnsanlar tezgahların üzerinde uyumuşlar.

Bu da bir teyzenin Hindistan siestası:


Buranın ikinci katında küçük dükkanlar var. DVD, elektronik eşya satıcıları aynı dinginlikle sıralanmışlar. O anki susuzluğumuza sığınıp bir tezgahtan hindistancevizi suyu içiyoruz. Brezilya’nın Santos sahilinde içtiğimiz gibi soğuk ve lezzetli olmasa da bunun da tadı hoş ve satıcı çocuğun ürününü kesişini izlemek bile keyifli. Suyu bitince elimdeki hindistancevizini geri istiyor, ikiye bölüp meyvenin kendisini çıkarak yemem için tekrar bana uzatıyor. Satıcı da oldukça sevimli, onun da fotoğrafını çekip bu yerden uzaklaşıyoruz.




Dışarıda, bazı satıcı kadınların başları üzerinde taşıdıkları yüklerle dimdik yürüdüklerini görüyoruz.
Hindistan’da insanların hepsi İngilizce biliyor, bildiğim kadarıyla ülkede o kadar çok dil var ki kendi aralarında da İngilizce konuşuyorlar. Bu da vakti zamanında sömürülüş izlerinden biri.

Yol üzerinde bir antikacı dükkanı görüyoruz. İçeride çok güzel süs eşyaları, heykeller var. Biz içeriye girince klimayı çalıştırıyorlar. Buradan elimizde orijinal deniz fenerleriyle çıkıyoruz. İnsanların bazı dükkanların kapısında ya da tezgahların köşelerinde terliklerini çıkartmış olduklarını görüyor. Başlangıçta bunu, mekanlarına temiz ayaklarla basmak istediklerinden yaptıklarını sanıyoruz ama öyle değil. Sadece çıkartıp bir köşeye koymuşlar ve etrafta çıplak ayaklarla dolaşıyorlar. Bu durum inançlarının getirisi mi yoksa sadece bir alışkanlık mı bilemiyorum.

Dolaşa dolaşa bir market buluyoruz ama orada da etraf oldukça karışık ve aradıklarımız yok. Aradıklarımızı da küçük büfelerde araştırarak buluyoruz. Bir yıl önce Haldia’da yediğimiz ve unutamadığımız çok acılı cipsleri arıyor gözümüz ama yoklar.




Geldiğimiz araçla buluşmak üzere arabadan indiğimiz mekana gidiyoruz. Şal ve kemer satan seyyar satıcıları peşimizden zor ayırarak tekrar yola koyuluyoruz Vasco De Gama’ya doğru. Havanın kararmasıyla canlanıvermiş bir bölge buluyoruz bıraktığımız yerde. Bir sokak boyu Pazar kurulmuş, dükkanlar çoğalmış, insan sayısı artmış. Son alacağımız şeyleri halledip botumuza doğru yola koyuluyoruz. Bu bot Endonezya’da bindiğimiz gibi küçük ve hızlı değil. Daha çok bir tekne kıvamında. Bir süre botu bekliyoruz ve sallantının, yorgunluğun birbirine geçtiği dönüş yolunda hafif bir baş ağrısı ve evimize(gemimize) duyduğumuz özlemle kendi ülkemiz topraklarına varmışız gibi bir kavuşma yaşıyoruz. Çok keyifli bir günü akşam saatlerinde böylece noktalamış oluyoruz.

Yazılış Tarihi: 11.11.2010
Ebru

Hiç yorum yok: