25 Ekim 2010

Brezilya-Santos


28 günlük uzun bir seferin ardından Brezilya’nın Santos şehrine vardık. Gemimiz bir süre demirde bekledikten sonra limana yanaştı. Limana yaklaşırken büyük ve güzel binalar sıralanmış, büyük bir şehre vardığımızı işaret ediyordu.

Kısa bir süre için de olsa dün dışarıya çıkma imkanı bulduk. Limandan bir otobüse bindik ama elimizde sadece Amerikan Dolar’ı vardı. Bu yüzden şoförle anlaşmak biraz zor oldu. Nihayetinde biraz fazla para alarak bizi otobüse bindirdi. Otobüsün kapı geçişindeki garip turnike, güvensiz bir mekanda olduğumuz izlenimi verdi ama sonrasında öyle olmadığını görecektik.



Merkez olduğunu düşündüğümüz canlı bir mekanda indik. Para bozdurmak için sadece bankalar vardı ama onlar da kapanmıştı. Biz de etrafı gezmeye başladık. Büyük ağaçları, eski evleri, dükkanları ve filmlerde izlediklerimize benzeyen insanlarıyla tam bir Güney Amerika ülkesi Brezilya… İnsanlar rahat ve sıcaklar. Üstelik bu ülke bana kendi ülkemi hatırlattı. Gördüğüm ülkeler arasında Türkiye’ye en çok benzeyen yerin burası olduğunu hissettim. İnsanlarından mekanlarına kadar kendi ülkemdeydim sanki. Bir yanda yüksek binalar, güzel evler, diğer tarafta üst üste yapılandırılmış varoşlar







Otobüsten indiğimiz mekan, fark ettik ki çok da büyük bir yer değildi. Üstelik para da bozduramadığımız için bir otobüs üzerinde reklamlarını gördüğümüz Carrefour mağazasına gitmeye karar verdik. Bir taksi bulduk, o da bizi içinde Carrefour’un bulunduğu büyük bir alışveriş merkezine götürdü. Mağaza büyük ama karışık bir yerdi.


Uzun bir süre, meşhur olan Brezilya kahvelerinin olduğu reyonun önünde bekledik. Hepsi de farklı renklerdeki paketlerden hiç birine karar veremedik. Diğer insanların seçimlerini izlemek de pek yardımcı olmayınca tüm kahvelerin makinede yapılacak filtre kahveler olduğuna karar vererek almaktan vazgeçtik. Yemek yediğimiz yerde Sevgili’ye menü seçme konusunda yardım eden Joe’yu masamıza davet ettik. Joe İngilizce öğretmenliği yapıyordu ve yıllardır Santos’ta yaşıyordu. Kısa bir muhabbetin ardından yemek yediğimiz yerde ayrıldık. Derken mağazanın çıkışında tekrar karşılaşınca “burada nereyi gezebiliriz?” diye sorduk. O da sahilden bahsetti. Hep birlikte sahile yürüdük. Hava çok güzel bir yaz akşamı kıvamındaydı, kısa kollularımızla dolaşıyorduk. Oysa biz limana yanaşmadan önce burada kış olduğunu sanıyorduk, üstelik yağmur yağıyordu. Joe’ya sorduğumuzdaysa bu bölgenin en soğuk zamanını yaşadığımızı söyledi. Bu nedenle bu bölgeyi daha da çok sevdim. Aynı zamanda Brezilya’nın başka bir kentindeyse çok sert bir kış yaşandığını, hatta bunun sel felaketiyle ölümlere neden olduğunu memlekete dönünce öğrenecektik.



Sahile indiğimizde çok geniş bir kumsal, kumsalın bir kıyısında geniş ve yeşil yürüme alanı bizi bekliyordu. Yürüme kısmının diğer yanıysa trafiğe açık yoğun bir caddeydi. Buna rağmen sahilde araba gürültüsü duyulmuyordu. Bu güzel sahil boyunca belki 20-30 civarında çıplak ayaklı futbol oynayan gruplar büyük aydınlatma lambalarının altında maç yapıyordu. Bir yanda erkekli kızlı voleybol oynayan gruplar, gitar çalan gençler toplanmıştı. Bunca futbol oynayan insan grubunu bir arada görmemiş olan ben, nasıl olup da bu kumsalın bu kadar gürültüsüz ve sakin olabildiğini anlayamadım. Benim için futbol oynayan çocuklar demek küfürlü gürültülerin uğuldadığı bir mekan demekti.


    Yürüyüş alanında spor yapan, koşan insanlar ve köpeklerini gezdiren pek çok kişiyle karşılaştık. Pele’nin büyüdüğü, Joe’dan öğrendiğimize göre, top koşturmaya başladığı bu sahil ruhuma çok iyi geldi. Joe ve çok sevdiğim Baş Mühendisimiz arasında, yürüyüş boyunca geçen muhabbet de oldukça ilginçti. Baş Mühendisimiz Brezilyalı ünlü bir tenisçinin adını hatırlamaya çalışıyor, Joe da söylediği kişinin (Guga) Baş Mühendisimiz tarafından reddedilmesi üzerine kim olduğunu bulmak için yürüyüş sırasında çevirdiği herkese bu tenisçinin kim olabileceğini soruyordu. Sanırım bu durum insanların sıcaklıklarına yeterince açık bir örnek. Biri de kafasını çevirip cevap vermeden geçmedi. Herkes de Joe’nun söylediği ismi söylüyor, ama Baş Mühendisimiz her seferinde “hayır” diyordu. Nihayetinde köpeğini gezdiren bir adam tenisçinin kim olduğunu buldu. Aslında Joe’nun söylediği kişiymiş fakat Brezilya’da bu tenisçinin takma bir adı olduğundan herkes o ismi söylüyormuş. Gustavo Kuerten yani Guga...
Yürüyüşümüz sırasında sahilde, hindistancevizi suyu satan bir dükkanda mola verdik. Satıcının ustalıkla kestiği, içleri tam kurumamış hindistancevizlerinin içine batırılan pipetlerden, suyu içiliyor. Hoş da bir tadı var.



Bu uzun yürüyüşün ardından gemimize döndük. Birkaç gün sonra da aynı grup olarak gemiden benim hippi ya da köfteci arabası diye bildiğim minibüsle ayrıldık. Sevgili’nin verdiği bilgiye göre 1950’lerde üretilen ilk Volkswagen Transporter’lar (Bus Samba diye de bilinirmiş) Brezilya’da hala üretilmeye devam ediyordu ve bu yolculuğu yaptığımız araç da 2008 model bir Tranporter’dı. İki saatlik sıcak ve konforsuz bir yolculuğun ardından Santos’tan Sao Paolo’ya ulaştık. Neyse ki THY kısa bir süre önce karşılıklı Sao Paolo-İstanbul seferlerine başlamıştı. Biz de rahat rahat memlekete döndüğümüz ve şimdiye kadarki en uzun seferimiz olan 13 saatlik bir uçak yolculuğu yapmış olduk. Bu hat THY’nin de en uzun uçuşuymuş. İstanbul’da bagajımızı teslim aldığımız zaman valizimizin artık kullanılmayacak hale geldiğini gördük. Daha önceleri de pek çok kez bagaj hasarı yaşamış fakat zamanımız olmadığı için tazminat talebinde bulunamadan yeni valizler almak zorunda kalmıştık. Bu kez THY Bagaj sigorta bölümüne uğrayıp zabıt tutturduk. Sigorta ödemesi uzun bir zaman alacağı için yeni bir valiz talebinde bulunduk onlar da yeni valizimizi evimize kadar yolladılar. Biz de takdir ettik…

Ebru
21.07.2010

2 yorum:

Sibel dedi ki...

Hindistan cevizi sütünü ben de içmiştim bir kez, gerçekten tadı çok güzel. Bu arada yazılarına tarih de koysana Ebrucum..
Sevgilerimle...

MorBaykus dedi ki...

Sibelcim,
gerçekten de hoş bir lezzeti var. Yazılarımın bazılarına tarih koyduğumu, bazılarında unuttuğumu fark ettim, sebebi de yazılmalarıyla eklenmeleri arasında farklı zaman aralıkları olması. Hatırlattığın için teşekkür ederim, sevgiyle kal...
Ebru